19 Aralık 2012 Çarşamba

Pınar Selek: Beni kurban seçtiler


Pınar Selek'in 14.5 yıldır bitmeyen çilesi



Mısır Çarşı’ndaki patlamayla ilgili davada üç kez beraat ettikten sonra İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından müebbet hapis istemiyle yeniden yargılanmasına karar verilen sosyolog Pınar Selek, “Davaya darbe vurdular. Yine de umutsuz değilim, hukuka su vermemiz lazım ki yeşersin” dedi. İlk mahkemede kendisini ortaçağda “cadı” diye yakılan kadınlarla özdeşleştiren Selek, yaşadıklarını “Beni kurban seçtiler. Cezaevinden çıktıktan sonra da cadılıklar yapmaya devam ettim. Diyorlar ki cadıların ülkesi olmaz… Ama benim var. Süpürgem hiç olmadı çünkü” diye özetliyor.

Pınar Selek’in yaşamı 9 Temmuz 1998 günü Mısır Çarşısı’ndaki 7 kişinin yaşamını yitirdiği patlamadan sonra tamamıyla değişti. “Bombacı” suçlamasıyla gözaltına alındı, 2.5 yıl cezaevinde kaldı, işkence gördü. 2006 yılında Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ,Vedat Türkali, İlhan Selçuk, İsmail Beşikçi, Hrant Dink, Zeki Demirkubuz, Teoman, Müjde Ar, Pınar Kür ve Sibel Eraslan’ın da aralarında bulunduğu yüzlerce kişi kendisine “tanık” olup destek verdi. Selek, 14.5 yıldır bir yandan “bombacı” suçlamasına karşı hukuk mücadelesi verirken; diğer yandan araştırma kitapları ve “Yolgeçen Hanı” romanını yazdı. Son 3 yıldır yurtdışında yaşıyor. Strasbourg Üniversitesi siyasal bilimler bölümünde doktora öğrencisi.

Pınar Selek ilk mahkemede “Mısır Çarşısı patlaması eğer bombadan kaynaklanıyorsa bu bir insanlık suçudur. Ama benim maruz kaldığım suçlamalar da insanlık suçudur” diye isyan etmişti. 13 Aralık’ta yine duruşması var. Yıllardır “mağduriyetiyle” görünen bir kadın olmaktan, aynı hikâyeyi yüzlerce kez anlatmaktan yorgun; yine de hukuka inancını yitirmemiş. Pınar Selek’le 14.5 yıllık mücadelesi, “cadı”lıkları ve muhalefetin kriminalleştirilmesi tartışmalarıyla ilgili uzun bir telefon sohbeti yaptık. Sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

Davaya darbe: Gözaltı sürecinde yaşadığım işkencelere ilişkin Almanya’da 40 sayfalık bir psikolojik rapor aldım. Raporda ayrıca, mahkeme sürecinin beni ne kadar zorladığı anlatılıyor, bütün bunlardan uzak kalman lazım diyor. Nasıl uzak kalacağım? Başkahramanı benim... 1998’den bugüne gelinceye kadar hukuki olmayan bir süreç yaşadım, sahte ve hukuk dışı belgelere dayanarak suçlandım. Hukukçu bir ailenin çocuğuyum. Babam Alp Selek 12 Eylül zindanlarında bile onlarca dilekçe yazmış. Aile olarak hukuk mücadelesine inanıyoruz. Mısır Çarşısı davasıyla ve onun etrafında örülen dehşetli kötülüklerle karşılaştığımızda bile hukuk mücadelesinden ayrılmadık. Her üç beraatımda doğru yoldayız, dedik. Demek ki hukuk kazanabiliyormuş. Ama açıkçası gittikçe daha zor oluyor. Sözde darbe düzeninin yargılandığı bir süreçteyiz, davaya darbe vurdular. Babam, sabırlı olalım, yolumuzdan şaşmayalım diyor. Hukuka su vermemiz lazım ki yeşersin… Hatta gübrelemeliyiz, sabırla, inatla beslemeliyiz hukuku.
Sokrates gibi düşünüyorum: Bu benim açımdan bir sınav, sevdiklerim açısından da. Sokrates ölmeden önce karısı yanına gidiyor, “ama sen suçsuzsun” diyor. Sokrates de “İyi ya, ya bir de suçlu olsaydım...” karşılığını veriyor. Böyle bir mücadeleyi vermem lazım. Çok göz göre göre, alenen bir hukuksuzluk oldu. 13 Aralık’ta bu düzeltilecektir diye umuyorum. Umutsuz değilim.
Bomba ailemize düştü: Katliamla, insan ölümüyle, en karşı olduğum şeyle suçlanıyorum. Ben 1998’te 27 yaşındaydım, genç bir araştırmacıydım, genç bir arayışçıydım, birçok şey yapıyordum. Bu olay ailemizin ortasına bomba gibi düştü. Annemi kaybettik, kalbi dayanamadı. Bundan büyük bir acı yaşamadım hayatımda. Babam, bunca yıllık mücadele dolu hayatında en ağır yükü sırtlandı. Kızının davasını. Kızkardeşim, işini bıraktı, ikinci üniversiteyi okudu ve avukat oldu. Şimdi onların en önemli gündemi bu dava. Çünkü suçlama çok ağır.
Kaçmadım, uzaklaştım: 3 yıldır yurtdışındayım. Biraz uzak kalmak için geldim, artık dayanmıyordum, yapmak istediğim çalışmaları bitirmek istiyordum. Romanımı tamamladım. “Yolgeçen Hanı” benim için gerçek bir yolculuktu. Şimdi de tezimi yazıyorum. Bu filmden uzaklaşmak bana iyi geldi. Arada birkaç kez Türkiye’ye gidip geldim ama hemen çalışmalarıma geri döndüm. Keşke bütün bunlar olmasaydı da Marmara Adası’ndaki evimizde çalışsaydım. Bütün bakışlar üzerinizde olunca istediğiniz gibi hata yapamıyorsunuz, istediğiniz yollara giremiyorsunuz. Biraz bu yüzden de uzaklaştım. Buraya ilk geldiğimde kimse beni tanımıyordu, şimdi buradaki geniş kampanyadan ötürü, üniversitede kapıdaki görevli bile sizi gazetede gördüm, diyor. Biraz daha uzaklara gitmem lazım...
Kurban seçildim: Tamam, cadıyım, annem beni “cadı” diye severdi küçükken ama insanın başına bir şey geldiğinde “niye ben” diye sormaması lazım. Özellikle şiddete uğrayan kadınlar bunu çok yapıyor. Ben yapmamaya çalışıyorum. Ama sürekli soruluyor. O dönem herhalde bir kurban arıyorlardı, beni seçtiler. Mısır Çarşısı olayı bir bombadır politikasına ihtiyaçları vardı, bombacı arıyorlardı, genç bir çocuğa işkence ile bunu kabul ettiriyorlar. Bir taşla iki kuş vurmak istediler. Hem bu olayı bomba diye göstermek istediler hem de beni Kürt hareketi ile ilgili olarak yaptığım araştırmadan dolayı cezalandırmak istediler.
Cadılığa devam
Cezaevinden çıktıktan sonra da cadılıklar yapmaya devam ettim. Evde otursaydım belki bu dava biterdi. Muhalif bir insan olarak her alanda devam ettim. Hem yazdım, hem eyledim, kendimi sınırlamadım. Belki biraz sembolleştim de. Şimdi burada da devam ediyorum. La Lune adlı feminist bir örgütün üyesiyim. Diyorlar ki cadıların ülkesi olmaz… Ama benim var. Süpürgem hiç olmadı çünkü. Kendimi tek bir kavramla tanımlayamam. Feministim, antimilitaristim, toplumsal ekolojistim, antiheteroseksistim. Antikapitalistim, anarşizmle sosyalizmin öpüştüğü bir yerde duruyorum. Özetle, özgürlükçüyüm.
Tanilli ve bana destek
Strasbourg Üniversitesi bana destek veren bir açıklama yaptı. Buradaki profesörler, ilk kez böyle bir şey oluyor dediler. Sonradan hatırladım, bu üniversite daha önce de Server Tanilli’ye sahip çıkmıştı. Biliyor musunuz, 1994 yılında, yani neredeyse yirmi yıl önce ben Strasbourg’a Server Hoca’yı ziyaret etmek için gelmiştim. Fransa’da eğitim için buradaydım. Paris’ten trene atlayıp Strasbourg’a gelmiş, onun evine gitmiştim. Bana güzel köfteler yapmıştı, sohbet etmiştik. O zaman 23 yaşındaydım. Nereden bilecektim, yıllar sonra aynı şehre ikinci kez, onun konumunda geleceğimi…
Mısır Çarşısı cennetti
Mısır Çarşısı’nı çok severdim. Annem eczacıydı, eski tip eczacılardandı, ilaç yapardı. “Yolgeçen Hanı” romanında onun etkisi var. Otları çok severdi annem, bizim evde hep otlar kaynardı. Mısır Çarşısı bizim için o anlamda bir cennetti. Televizyonda orada yangın çıktığını duyunca çok üzülmüştüm. Mısır Çarşısı İstanbul’un en güzel yerlerinden biri. Birçok mağaza yan yana, şimdiki alışveriş merkezleri gibi değil, tamam turistik ama biraz daha sıcak.
Solcular hep cezaevindeydi
Muhalefetin kriminalleşmesi bu döneme özgü değil. Biz solcular hep cezaevlerindeydik, hep kriminaldik. 6-7 Eylül olaylarını bile solculara yüklemek istediler. Bazıları yeni keşfediyor ama çok daha ağır zamanlar gördük. Benim davam başlayalı neredeyse 15 sene oldu. Kaç hükümet değişti arada. O zamanlar sistematik işkence vardı. Şimdi fiziksel işkence aynı yoğunlukta değil. Ben cezaevindeyken, koğuşumuza her yeni gelen işkenceden geçmişti. Tecavüz çoktu.
Gelenlerin yüzde sekseninin kolu Filistin askısından dolayı tutmuyordu. O zaman ben iki kişi için mektuplar yazıyordum. İlhan Selçuk ikisine de yer vermişti. Biri Hanım Baran’dı. 60 yaşında işkencede gördüğü tecavüzün de etkisiyle öldü gitti. Bir de işkencede kör edilen Hediye Aksoy… Onu Cumhuriyet gazetesinin de katkısıyla çıkarmayı başarmıştık. Ama şimdi duydum ki yine cezaevindeymiş. Körlüğüne, yüzde seksen iş göremez rapora ve ağır kanser hastalığına rağmen. Yani demem odur ki; bu zulüm bugün başlamadı ama bitmedi de.