16 Ekim 2011 Pazar

Nergiz Savran Ovacık: Bir kadın gezgin






Nergiz Savran Ovacık için pek çok tanımlama cümlesi var; ODTÜ’lü, 68’li, feminist, savaş karşıtı, çevreci... Ve gezgin... Endüstri mühendisi olarak uzun ve aktif bir iş yaşamının ardından emekli olunca kendini tamamen yollara vurdu Savran Ovacık. Bugüne dek 45 ülkeye gitti. Son olarak da üç ay Bolivya, Peru, Şili, Arjantin’i tek başına gezdi. Hostellerde hiç tanımadığı insanlarla kaldı; zaman zaman Koreli, Meksikalı, Hollandalı, Arajantinli, Avusturalyalı yol arkadaşları oldu. Çölleri, kumulları, okyanusları, yüzen adaları, kanyonları, İnka tapınaklarını gezdi; sokaklarda dans etti, Buenos Aires’te beyaz başörtülü annelerle beraber slogan attı, geçtiğimiz yıl Nobel edebiyat ödülü alan Mario Vargas Llosa’nın konuşmasını dinledi. Gezi boyunca bir blog oluşturarak ( http://nergizovacik.blogspot.com) dostları için “canlı yayın” da yaptı.

- Yollara düşmenin temel nedeni ne?

Benim için seyahat etmek farklı kültürleri tanımak ve anlamak demek. Bu arada tabi ki oralarda özel turistik yerleri de geziyorum. Bence hayaller çok önemli. Benim de sırt çantamı alıp altı ay Latin Amerika’yı gezmek yıllardır hayalim olmuştu. Bir gün fark ettim ki bu hayalimi gereksiz bir şekilde erteliyorum. Bu fark edişte son zamanlarda kaybettiğim sevdiklerimin etkisi oldu. İspanyolca derslerimi tamamlamadan yola çıktım.


YOLDA OLMANIN BÜYÜSÜ...

- Ne zaman “turist” olmaktan “gezgin” olmaya geçtin?

1999’da fotoğraf evinin düzenlediği Özcan Yurdalan’nın rehberliğinde Sarı otobüsle beş haftalık İstanbul Nepal gezimden sonra... Ondan sonra küçük gruplarla kendi gezi programımızı yaparak gezmeye gayret ettim. Tek başıma yaptığım en uzun gezi bu son Latin Amerika gezimdi.

- “68’li, feminist, savaş karşıtı, çevreci” sıfatlarına bir de “gezgin”i ekledin. Bu sıfatları taşıyan bir kadın dünyayı gezerken -diğer turistlerden, gezginlerden farklı olarak- özellikle neleri algılıyor, nerelere takılıyor?

Sanırım gezdiğim yerlerde klasik müzeler ve binalardan çok orada bana anlamlı gelen insanlarla ilgilenmek ve zaman geçirmek daha önemli oluyor. Örneğin Buenos Aires’te vaktim sınırlı olmasına rağmen bizim Cumartesi Anneleri’nin ilham kaynağı olan beyaz başörtülü annelerin yani Plaza da Mayo annelerinin gösterisine gitmek ya da piknik davetine katılmak için kalma süreni uzatmak, Neruda’nın evini ziyaret etmek için yolunu değiştirmek, o bölgedeki kadınlara, sosyalistlere dair bilgileri edinmek... Tarih yazan Plaza de Mayo annelerini -artık onlara anneanne demek gerekiyor- görmek için programımı bir hafta uzattım. Annelerin “Dikkat dikkat kaybolanların idealleri hâlâ yaşıyor” diye sloganlarının meydana gelen diğer kişilerce “Meydanın anneleri halk sizi kucaklıyor” diye yanıtlanmasını dinlemek etkileyiciydi. Bazıları torunlarının kollarında yürüyorlar. Annelerle meydanın etrafında dönüp slogan atarken, bir sulu gözlü olarak bol bol ağladım.

- Bu seyahatte sana en çarpıcı, etkileyici gelen ne oldu?

Beni en fazla etkileyenlerden biri bu ülkelerdeki diktatörlerin hemen hepsinin cezalandırılıp yaşlarına bakılmadan hapise atılmış olmaları. İkincisi de İspanyollar 16. yüzyıldan itibaren Latin Amerika’yı işgal ettiklerinde, yerli halkı zorla hristiyan yapıp, şehir meydanlarına kocaman Kiliseler inşa ediyor, siyah İsa ve ana altara İnka ve Maya’ların pachamama dedikleri toprak anayı anımsatan Meryem heykelleri koysalarda aradan geçen yıllara rağmen halkın eski gelenek ve ritüellerini unutmayıp sürdürmesi. Yeni bir ofis açarken şahit olduğum seramoni, karnaval şenlikleri gibi La Paz’daki büyücüler çarşısı da bunun en güzel örneği.

- Yalnız bir kadın olarak seyahat etmek zor değil mi? Güney Amerika gezisinde seni ürküten, tedirgin eden şeyler oldu mu?

Bu kadar uzun bir geziyi ilk defa tek başıma yaptım. Benden önce iki kadın arkadaşımın –benden çok genç olsa da- benzer geziyi yapmış olmaları beni cesaretlendirdi. Açıkçası yolda tanıştığım arkadaşlarımın yaş ortalaması 25’i geçmedi ama çok iyi dostlar edindim. Pek çok hırsızlık olayı dinlediğimden geceleri çok tek başıma sokaklarda dolaşmamaya dikkat ettim. Bilgisayarımı ve fotoğraf makinemi korumaya çalıştım. Kaldığım hostellerde bavulumu devamlı kilitli tuttum. Yine de hırsızlıklar oldu. Peru’da belediye tarafında işletilen kaplıcaların kasasına eşyalarımı koydum, ama çantamdan 100 TL kadar çalındı. Yaygara yaptım tabii. Muhteşem İspanyolcamla belediyedeki yetkililere, polise durumu anlattım, bütün günüm yandı, ama sonuç sıfır. Ancak bu yolculukta epey bir şey kaybettiğimden artık böyle şeyler için canımı sıkmamayı öğrendim.

- Kentlerin turistlere gösterilen dışındaki yüzünü ne ölçüde görebiliyorsun, nüfuz edebiliyorsun?

Gezinin en eğlenceli, anlamlı yani bu zaten. Mesela pek çok İsrailli gençle tanışıp tartıştım. Gezginlerin kurduğu benim bildiğim iki gönüllü grup var. Couchserving ve hospitalityclup. Bu gruplara üye olursanız geziniz sırasında sizi misafir edecek kişiler bulabiliyorsunuz. Böylece o kültürü daha yakından tanıma imkânınız oluyor. Siz de imkânınız varsa evinizde gezginleri misafir ediyor, dayanışmaya katılıyorsunuz. Gezide zaman zaman bu sitelerden tanıştığım insanların evlerinde kaldım. Bu da çok keyifliydi. Kitaplarda olmayan lokal yerleri ziyaret etme, o insanların hayatlarını paylaşma, ülkenin durumu hakkında tartışma gibi olanaklarım oldu.

Gördüğün, gezdiğin “en” ilginç, etkileyici kentler nereler senin için? Buralarda etkileyici olan neydi?

“Kentler” demeyelim de “ülkeler” diyelim istersen. Yemen, Moğolistan ve Myanmar. Yemen kara çarşaflı kadınları, cembiyeli ve Kalaşnikoflu erkekleri, ortaçağdan kalma binaları ile Myanmar inanılmaz tapınakları ve değişik yaşam tarzlı halkıyla, Moğolistan ise uçsuz bucaksız bozkırları ve bu bozkırda yaz kış çadırlarda yaşayan halkıyla gerçekten çok ilginç ve bana göre görülmesi gereken yerler.

- Gezgin olmak için çok para gerekiyor mu?

Eğer fazla lüks merakın yoksa Türkiye’de harcayacağın miktarın biraz üzerinde bir para ile çok rahat gezebilirsin. Hele Bolivya, Vietnam gibi ülkelerde çok daha ucuza gezebilirsin.

- Nobelli Llosa’nın balkon konuşmasına da tanık olmuşsun.

Llosa Perulu bir yazar ve Peruluların övünç kaynağı. Ona Bizim Orhan Pamuk’a davrandığımız gibi davranmıyorlar. Llosa Arequipa’ya geldi diye bütün okullar tatil ediliyor. Bandoları ve flamalarıyla onu karşılayıp selamlıyorlar. Bütün yöneticiler ve halk onu sevinçle karşılıyor. Lima’da oturduğu sokağa adını veriyorlar.

- Sıradaki hayalin ne? Nerelere yol görünüyor?

Evet, bir hayalim daha var. Bir yelkenli alıp keyfini çıkarmak. Bunun için de amatör denizcilik sertifikamı aldım. Geriye bir atla üç nal kaldı yani...
---------------
26.06.2011 tarihinde Cumhuriyet Pazar dergide yayımlandı

Özge Mumcu: Ne işin var derin devletle, şarkıcı ol


Uğur Mumcu’nun kızı olarak büyümek elbette ağır bir misyon yüklemiş omuzlarına. “20'li yaşlarımda çok kısıtladım kendimi. Özel hayatıma ekstra ekstra özen gösterdim” diyor Özge Mumcu. Toplumsal Bellek Platformu üyeleriyle beraberken acılarının azaldığından söz ediyor, “Arat’la (Dink) konuşuyorum, mimarlığına devam et, diyorum. Kendime de, ne işin var derin devlet falan sen de şarkıcı ol, diyorum”.

Um:ag Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Koordinatörü Özge Mumcu, “babası” Uğur Mumcu öldürüldüğünde 11 yaşındaydı. Aradan 18 yıl geçti. Evleri her 24 Ocak’ta yeniden cenaze evine döndü, anma törenlerinde, mezarlıklarda, mahkemelerde büyüdü, başka acılara “akraba oldu”.

Özge Mumcu Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdikten sonra SBF’de master yaptı. Şimdi ODTÜ’de doktora yapıyor. Özge Mumcu ile acıların her yıl yeniden tazelendiği 18 yılı, “Uğur Mumcu’nun kızı olmayı” ve “toplumsal bellek platformu”ndaki “akrabalıkları”nı konuştuk.

- Anma törenlerinde, mezarlıklarda, mahkeme salonlarında büyümek zor olmalı. Bu travmayı nasıl atlattınız?

- Dile kolay 18 yıl olmuş. Travmayı çok kolay atlatmamın nedeni olay yerini görmemiş olmam. O gün saldırı olduğunda ben evdeydim, sesi duydum, anladım ama çıkmadım. Bire bir yüzleşmedim. Ben arabaya hep babamla beraber binerdim. Annem kapıyı kilitler arkadan gelirdi. O gün Prof. Dr. Kazım Ateş bağırsak operasyonu geçirmişti, ona gidiyorduk. Ben, gelmek istemiyorum, dedim. Babam kabul etmedi ama ısrarcı oldum, annemi ikna ettim. Ağabeyim de Bulutsuzluk Özlemi konserindeydi. Ben sesi duyunca anladım, hemen gözümün önüne geldi, o sırada çok öldürülen vardı. Bir şeyler olacağını biliyorduk. Bir keresinde okuldan geldim, kapı açılmayınca “acaba silahlı saldırı mı oldu” diye düşündüğümü anımsıyorum. Sonra, ben babamı morgda görmek istedim. Annem izin vermedi. Babam Almanya’dan çok severek aldığı bir elbise getirmişti, cenazede bunu giyeceğim, diye tutturmuştum mesela. Annem hem bizi hem de olayı çok iyi bir şekilde idare etti.

- Her gün evden çıkıp öldürülmüş babanın adını taşıyan parka bakmak, onun adını taşıyan sokakta- caddede yürümek nasıl bir duygu?

- Çok zor, acın hep taze, bir türlü geride bırakamıyorsun. Bilmeden davranış kalıpları edinmek gibi. 12 yaşında içşselleştirdiğim bir şey. Hiç kimseye üzüntümü göstermeyeceğim, ağladığımı kimse görmesin derdim, hâlâ da öyleyimdir. Ben dışarıda hiç ağlamadım, gece yarısı herkes gider, yorganı üzerime çeker hıçkıra hıçkıra ağlardım. Babamın öldürüldüğü yer şimdi yemyeşil bir park. Hayatımın o kadar büyük bir parçası oldu ki, çok özel bir şey duymuyorum. Orayı terk etmek kötü olurdu, o evden ayrılmadık. 18 yıldır her 24 Ocak’ta bir cenaze evi kuruluyor. Hiç de normal bir durum değil. İtalyan ailesi gibiyiz, 3 teyzem geliyor. Her yıl ocağa geçer irmik helvası, sarma yaparlar, gelen siyasiler de yerler.

- Uğur Mumcu’nun kızı olmak bir tür misyon da yüklüyor herhalde, değil mi?

- Evet, çok misyon yükleyen bir şey. 20’li yaşlarımda çok kısıtladım kendimi. Yeni rahatladım. Özel hayatıma da ekstra ekstra ihtimam göstermem gerekti. Uğur Mumcu’nun oğlu, kızı şöyle davranmalı, diye bir beklenti var. Ama… Zaman zaman da artık karikatürleştirilen bir Uğur Mumcu çıktı karşımıza. 3-4 yıl önce vakfın web sitesine bir video koydum, babamın 1992 yılındaki Berlin konuşması. Youtube’a aktarmışlar. O konuşmada “Kürtlere kültürel hakları verilmelidir” diyor. Sonra mesajlar dolaşmaya başladı “Uğur Mumcu’nun sesine montaj yapmışlar” diye. Babam kültürel çeşitliliği sahiplenen, karşısındakini incitmeyen ama gerektiğinde belgeleriyle takır takır karşısındakinin canına okuyan bir adam. Uğur Mumcu’nun Atatürkçülüğü, büst- heykel Atatürkçülüğü değil. Sadece Kemalist yönünü vurguluyorlar, o sosyal demokrat, sosyalizmi benimsemiş biriydi.

- “Uğur Mumcu demokrasi şehidi değil” vb. yazıları okuyunca ne hissediyorsun?

- Genç nesiller Emre Aköz’den feyz alıyorlarsa öyle bilsinler. Emre Aköz’ün life style yazarlığıyla yapamayacağını, babam yıllarını vererek yaptı. Herhalde Erdoğan’ın yanında viski içerek demokrat olunmuyor. Mehmet Altan konusunda da söyleyeceğim şu: 18 yıl geçti, adam öldürülmüş, hâlâ neyle savaşıyorsun? Babam yaşamında da hem Sovyet, hem MİT, hem de CİA ajanlığıyla suçlanan yegâne kişiydi. Sayın Altan madem bildiğini savunuyor o zaman suçlamalarını “kanıt”larıyla ortaya koysun.

- Şimdi um:ag vakfındasın. Burada nasıl bir çalışma yürütüyorsunuz?

- 13 yaşından beri vakıf realitesi var hayatımda. Vakfın profesyonel olarak gelişmesi gereken noktaları var. Anma hazırlamaktan yorulduğumu fark ettim. Artık gece düzenlememeye karar erdik. Işık Abi (Kansu) yıllar boyunca çok güzel metinler yazdı, belki 20. yılda yaparız ama 19. yılda bir gece olmayacak. Araştırmacı gazetecilik kurslarından 14 yılda 82 kişi mezun oldu, 29’u piyasada. Kaçı kadrolu, diye sorarsan zor soru... Yayınlarımız sürüyor, çocuk kitapları yayımlıyoruz. Vakfın haber sitesini yapmak istiyoruz. Önce www.umag.org.tr’de “Fikri Takip” diye bir köşeden başlayacağız. l

6 Şubat 2011'de Cumhuriyet Pazar ekinde yayımlandı.

15 Ekim 2011 Cumartesi

Selvi Kılıçdaroğlu: Eşimle farklı partilere oy verdiğimiz oldu

Selvi Kılıçdaroğlu, evinin önünde bekleyen gazetecilere, uzatılan mikrofonlara alışmış. Eski tedirginliği yok. Evlenince yarım bırakmak zorunda olmasa, o da şimdi bir gazeteciydi. Asıl adı Selvi, ancak herkes onu Sevim olarak tanıyor. Bunun nedenini, ilk çocukları Devrim Fırat'ı kaybetmelerini, daha önce eşiyle farklı partilere oy verdiğini, Kemal Kılıçdaroğlu'na yakıştırılan Gandhi benzetmesine bakışını, 'kaset' skandallarına ve değişen CHP'ye yönelik gözlemlerini tüm açıklığıyla anlattı.


Cumhuriyet/Dergi
- CHP eski genel başkanı Deniz Baykal’ın “kasedi” Kemal Kılıçdaroğlu kadar eşi Selvi Kılıçdaroğlu’nun hayatını da hızla değiştirdi. Artık evlerinin önünde gazeteciler bekliyor, eşiyle mitinglere gidip seçmenleri selamlıyor, gecekondu ziyaretlerine gidip CHP için oy istiyor. Selvi Kılıçdaroğlu ile yoğun programı arasında Ankara’daki evlerinde sohbet ettik. Doktora için Kore’ye giden oğulları Kerem tatil için geldiğinden sevinçliydi. Kerem oy da kullanabilecek. Kerem’i, evin önünde bekleyen gazetecilere çay ikram ederkenki görüntüleri nedeniyle kamuoyu bir ölçüde tanıyor, kızları Aslı ve Zeynep ise pek ortada görünmüyor. Selvi Kılıçdaroğlu, kaybettikleri ilk çocuğunun adının Devrim Fırat olduğunu anlatırken “İsimler dönemleri anlatıyor. Sonra klasik isim koyduk” diyor. Eşinin genel başkanlığından sonra kendisi kadar çocuklarının da hayatı zorlaşmış. “Çocuklarım dikkatli, babalarını kullanmaları falan söz konusu olmaz... Kendi hallerinde çocuklar” diyor.

Selvi Kılıçdaroğlu eşi gibi Fenarbahçeli. Eskiden “daha fanatik”miş, çocuklarıysa Galatasaraylı. Bunca yıldır bir kez parlamentoya gitmiş, CHP Genel Merkezi’ne de sadece bir kez kadın toplantısı için gitmiş. Sohbetimizden sonra, gönüllülerle Kıbrıs köyüne giderek yurttaşlarla sohbet etti. Yanında koruması falan yoktu. “Ben öyle şeylerden hoşlanmam. Rahatsız olurum. Gündelik hayatımı normal sürdürmek istiyorum” diyor. Kamuoyu eşinin CHP’nin internet sitesindeki mal beyanında yer alan “pırlanta yüzüğü”nden haberdar. Sade giyinen bir kadın. Peki yüzük mü? “Şu anda nerede olduğunu bilmiyorum, zaten hayatım boyunca bir tek yüzüğüm oldu. Evlenirken pırlanta yüzük, demiştim o zamanlar öyleydi... Kemal de, param olduğu zaman alırım, demişti. Yıllar sonra aldı.”

- Önce adınızdan başlayalım. “Resmi” adınız “Selvi”, ama bir de “Sevim” var...

- Aslında annem babam Selvi koymuş. Ancak babamın yakın arkadaşının benim yaşlarımdaki kızı veya yeğeni ölüyor. Annemlere diyor ki; kızımıza Sevim desem sizi üzer mi... Şimdi anneme adımı sorsanız Selvi aklına gelmez, Sevim der. Yakınlarım hep Sevim der, ama resmi şeylerde Selvi’dir. Sevim’i daha çok kullanıyorum, Selvi denilince, ben bile şaşırıyorum. Ama siz istediğinizi kullanın, ikisi de benim.

- Eşiniz genel başkan olduktan sonra hayatınız değişti, evin önünde kameramanlar, gazeteciler, polisler... Bu sizi zorluyor mu?

- Özel hayatımız daha gözler önünde, basın, kameralar... Böyle şeylerle hiç ilginiz yokken kameralarla karşılaşmak, mikrofon uzatılması şaşırtıyor, ama yavaş yavaş alışıyoruz, ilk baştaki tedirginliğimiz yok. Aslında tedirginlik de değil... Ben gazetecileri çok severim. Muhabirler koşturuyor, asıl yükü çekiyorlar. Onları kırmak da istemiyorum...

- Gazetecilik öğrenimini evlenince yarım bırakmışsınız. Peşinizdeki gazetecileri izlerken “Onlardan biri olabilirdim” diye düşünür müsünüz?

- Tabii, pişmanlık duyuyorum, tamamlamak isterdim. Bir sene devam ettim, ama evlilik oldu, yarım kaldı.

- Sözünü sakınmayan biri olduğunuzu biliyoruz. Eşiniz hiç sizi uyarıyor mu “Şunları söyleme, bunları söyleme” diye?

- Hayır, hiç uyarısı olmadı. Tabii her istediğimi hemen söyleyemiyorum. Doğrusu, söyleyebilmektir ama tam olarak istediğim her şeyi bazen ifade edemiyorum açıkçası.

- Eşiniz genel başkan adayı olunca “Adaylığı beni coşkulu yapmıyor, siyasete girmesine sıcak bakmadık” demiştiniz. Alıştınız mı?

- Çocuklar da, ben de çok sıcak bakmadık. Ama kendisi ilgilenmek istiyordu. Bize düşen de saygı duymaktı.

- Sosyal demokrat liderlerin eşleri siyasete pek sıcak bakmıyor. Sevinç İnönü, Olcay Baykal...

- Türkiye’deki siyaset işte, hayatınız didikleniyor...

- Aktif siyaseti düşündünüz mü?

- Hiç düşünmedim. Ama hep ilgi duymuşumdur siyasete. Yetişme tarzınız, aile yapısı önemli duyarlı olmanızda. Kayıtsız kalamıyorsunuz.

- İlhan Cihaner’in ilk aşamada aday gösterilmemesinden rahatsız olduğunuzu ifade ettiniz. Kurultay ve adaylık süreçlerinde sizi arayan, yardım isteyen çok kişi oldu mu?

- İnanmayacaksınız belki ama ben de listeleri basında gördüm. Telefon edenlere, iletirim, diyorum. İlle şu olsun, diye bir şey olmaz tabii.

- Tanımadığınız insanlar sizi mi arıyor?

- Evet, özgeçmişlerini bırakıyorlar. İletirim, yapabileceğim tek şey bu, diyordum. Cihaner için zaten sonucu gördük. Telefonlar yağmaya başladı. İlk önce kızım aradı. Tabii ki o zaman, neden olmadı diye aramızda konuştuk.

- Toplumda CHP’ye yönelik algı değişiyor mu?

- Bir heyecan var insanlarda, o güzel. Yıllarca insanlar partilerine küstüler, haklı olarak tabii. Ama daha fazla çalışılması, insanlara gidilmesi lazım. Bu yeterli değil. İnsanların şikâyeti, seçimden seçime uğruyorlar, haklısınız, diyorum ben de. Haklıya haklı... Daha çok çalışmaları gerekiyor.




Kürtleri işe almasınlar bari...

- Kemal Bey’in “Dersimliyim, Aleviyim” dememesi iktidar tarafından eleştiri konusu oldu...

- Aslında herkes onun Dersimli, Alevi kimliğini biliyor. Bence onu kullanıyorlar. Başbakan’ın ikide bir bunu dile getirmesi ilginç. Maksadı iyi değil. O zaman herkes her konuşmasında çıksın, ben Sünniyim, desin ya da nereden geliyorsa onu söylesin. Buna cevap verilmez.

- Hiç eşinizle farklı partilere oy verdiğiniz oldu mu?

- AKP’den önceki dönemlerde oldu. Ama daha sağa değil tabii, daha solda partilere oy verdim.

- SSK genel müdürlüğü döneminde akrabalarınızı işe yerleştirdiği, ya da askerlikle ilgili vaatlerden oğlunuzun yararlanacağı haberleri ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

- Kemal emekliye ayrılalı neredeyse 10 yıl oldu SSK’den. Kalem kalem her şeyi inceliyorlar zaten. Gündüz soyadı benim kızlık soyadım. Ne kadar Gündüz soyadı varsa, akrabalarımız diye çıkarıyorlar. Tabii o dönemde giren akrabalarımız da olmuştur. Bir de, PKK’lıları, Alevileri, Kürtleri işe aldı, diyorlar. İnsanların alnında yazmıyor Alevi, Kürt, diye. Ben bazen diyorum ki, en iyisi bir önerge verin Meclis’e “Bu ülkede Alevileri, Kürtleri işe almak yasaktır” diye. Hepimiz rahatlayalım, bunu Kamer Bey’e söyleyeyim, o yapar diye düşündüm. Askerlikle ilgili öneri, benim oğlumu kapsamıyor zaten.



First Layd sıfatını sevmiyorum

- Kemal Bey’in referandumda oy kullanamaması çok eleştiri konusu oldu. Bu nasıl oldu?

- Ben bir gün önce öğrendim oy kullanamayacağını. O tür şeyleri aslında takip ederim. Eski yerinde Kâğıthane’de kullanacağını düşünüyordum. Ama orada özel bir gayret olduğunu düşünüyorum. İnsanlar ölüyor yıllarca seçmen kâğıdı geliyor. Gidip özellikle kasıtlı olarak yapıldı; ama bu demek değildir ki öbür tarafın da takip etmesi lazım.

- “First lady” diye bir kavram var. Hazır mısınız böyle bir sıfatı üstlenmeye?

Ben o sıfatlardan pek hoşlanmıyorum. Hiç de düşünmedim. Öyle bir şey olursa düşünürüz.

- Telefonlarınızın dinlendiğini düşünüyor musunuz?

Telefonlarımızın dinlendiğine inanıyorum, hatta sadece bizim değil çocuklarımızın da dinlendiğine inanıyorum. Ne yalan söyleyeyim, var öyle bir algı. Ama evimize bir şey konuldu mu onu bilemiyorum. Telefonlarımızın dinlendiği çok önceden genel başkan olmadan önce söylendi.

- Konuşurken özel bir dikkat içinde misiniz?

Yok yani, dinleyen dinlesin. Zaten her şeyimizi biliyorlardır. Telefonlarda argo falan konuşan biri değilim.

- Argo deyince; Kemal Bey’in bir miting konuşmasında yarım kalan sözleri “küfürbaz” diye suçlanmasına yol açtı...

İnsan birden bir konuşmasında takılıp kalır ya öyle oldu... Bunu söyleyenler de biliyor bence ama kullanıyorlar. Ben hiç küfrettiğini duymadım. Beceremez. Öyle yapıda bir insan değil. Küfreden biri değil, komik olur... Bazı insanlara gerçekten hiç yakışmaz ya... Öyle bir yapısı yok...

- Siz sakinliğinden yakınıyorsunuz? Gerçekten hiç mi kavga etmediniz?

36 yıldır evliyiz. Kavga değil de, tartışığımız oluyor ama karşınızdaki sesini çıkarmayıp oturunca büyümüyor. Öyle bağırıp çağırma huyu yoktur.

- Siz eşinizi eleştiriyor musunuz?

Bazı yerlerde söylüyorum. Bu seçim sürecinde özellikle Tayyip Erdoğan beyin hakkında konuşmasına cevap vermesini gereksiz buluyorum. Söylüyorum. Ben hiç cevap bile vermem bazı şeylere, değmez, diyorum.

- Sizin “şunlar aday olsun, şu olmasın” ya da “neden kadın sayısı az” gibi eleştirileriniz oldu mu?

- Hayır. Aman şu olsun, bu olsun, diye konuşmamız olmadı. Ben listenin hepsini çok benimsedim de değil tabi... Kadın sayısı ile ilgili dediğiniz doğru.

- Miting izlenimlerinizi anlatır mısınız? Diyarbakır mitingini nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Diyarbakır’a özellikle gitmek istemiştim. Aslında güzeldi. Tabii şöyle; basında da gördük, kendimiz de gördük, çok fazla bir katılım yoktu. Tabii yıllarca o bölge çok fazla gidilip gelinmeyen bir yer, bu nedenle ben çok olumsuz görmedim. Çok güzeldi. Daha sık gidilmesinden yanayım. Tunceli’ye gitmedim. Mitingde yoktum, ama iki tane alırız diye düşünüyorum.

- “Yeni CHP” size ne anlam ifade ediyor?

- Temelde aslında çok fazla değişiklik olduğuna inanmıyorum. Bazı şeyler de değişiyor. Ülkenin şartları değişiyor, dünya değişiyor. Eğer bir parti Türkiye’nin partisiyim, diyorsa, amacınız iktidarsa onlara da gözlerinizi kapatamazsınız.



Aldatılmak hiçbir kadının hoşuna gitmez

Kemal zaten çok yemek yiyen biri değil. Seçim döneminde zamanında yemek yiyemiyor. Ona kalsa, pek acıkmıyor da. Bazen öyle oluyor ki, sabah ne yediyse akşama kadar onunla gidiyor. Evet, zayıfladı, ama demek ki bünye uyum sağladı. Genel durumu, performansı çok kötü değil. Az kaldı. Vitamin alıyor. Evde olduğu zaman ilgileniyoruz. Neyse ki hiç yemek seçmez.

- Zayıflayınca Gandhi’ye iyice benzedi. Bu “Gandhi Kemal” benzetmesini benimsediniz mi?

Hiç benimsemedim bu benzetmeyi. Nereden çıktı diye düşündüm. Basından bir arkadaş söylemişti herhalde.

- Kemal Bey sabahları sütlaç da yiyemiyor artık herhalde...

Sabahları sütlaç yerdi, yıllarca onu yaptık. Ama son senelerde bıktı herhalde, artık pek yemiyor.

- Komşularınız, arkadaşlarınız siyasetçi olarak eşinize iltifat ettiğinde ne hissediyorsunuz?

Allah Allah böyle miymiş, ben neden göremiyorum, diyorum...

- Önder Sav’ın aday gösterilmemesi CHP’de sarsıntı yarattı. Siz Önder Sav’ın eşiyle bir seçim çalışmasında bir araya geldiniz. Bu nasıl oldu?

Yenimahelle’de örgütten insanlar vardı, belediyeden vardı, toplu olarak bir yere gittik. Orada tanıdım, çok güzel oldu. Hiç bu konular gündeme gelmedi.

- Kemal Bey genel başkan adayı olduğunda size “Haberiniz var mıydı” diye sorulduğunda “Değil ben, Kemal de bilmiyordu” demiştiniz. Şimdi Baykal’ın kaset olayının CHP’de değişimi sağlamak için gerçekleştirildiğine dönük senaryolar var. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben inanmıyorum. Aniden gelişen bir şey oldu. Hiç gündemde yokken Deniz Bey’in bu olayı, çok hızlı gelişti her şey, özellikle kotarılmış bir şey olduğuna inanmıyorum. Kalkıp eşimin genel başkan olacağı aklımızda da yoktu. Belki biraz şartlar, basındaki bu yazılar, ilgi o şekilde gelişti.

- Siz bir kadın ve siyasetçi eşi olarak bu kaset çıktığında ne hissettiniz?

Hoş değildi tabii bir kadın olarak düşünürseniz. Şimdi de kasetlerden geçilmiyor. Çok zor bir konu tabii. Bu kasetler, gizli kameralar falan hoş değil... Beyler evliyse, aldatma varsa o çok önemli. Şuna inanırım, kadın-erkek evli olabilir. Sonra duyguları değişebilir. Kadın veya erkek hiç fark etmez; ama dürüstçe söylenir. Herkes istediğiyle yaşayabilir ama aldatma fikri hiçbir kadının hoşuna gitmez herhalde. Bunun kullanılması ayrı, o başlı başına skandal mı denir, başka bir şey mi, ama savunulamaz...

- Darbecilerden hesap sorulması tartışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz? 12 Mart ve 12 Eylül’ü siz nasıl yaşadınız?

Yargılanma göstermelik. Yapmak isteseniz 8 senedir iktidardasınız, gerçekten samimiyseniz onu çok önceden başlatırsınız. Darbelerden şu anda iktidarda olanlar hiçbir zarar görmedi, onlar bu darbelerin ürünü. Onlara hiçbir şey olmadı, hatta sırtları sıvazlandı, 12 Eylül’den sonra. Bedel ödeyenler onlar olmadı. Tunceli’de ölen, işkence gören, cezaevine giren yakınlarımız oldu. Ağabeyim öğrenciyken 12 Mart döneminden sonra Hacettepe’de okuyordu. Bir yurt işgali olmuştu. Yargılandı, ceza aldı, 74 affından yararlandı.

6 Haziran 2011'de Cumhuriyet Pazar dergide yayımlandı.
Fotoğraf: Necati Savaş

Şafak Pavey: Bacağımı sadece savaş alanlarında kapattım

Şafak Pavey'le kişisel hikâyesinden, acılarına, yaralarına 'sığmayan-sıkışmayan' mücadelesine bir söyleşi.


Cumhuriyet- Pazar Eki- Şafak Pavey, 24 Mayıs 1996 tarihinde Zürih’te geçirdiği korkunç kazada bedenin yarısını bir trenin altında bıraktı. Ardından bu acıyı taşıyamayan eşi kendisini terk etti. Annesi Ayşe Önal’la birlikte yazdığı 13 Numaralı Peron kitabında “Kaderin, hayatı dişi bir öfkeyle yönettiğine inanıyorum ve bu öfkeye bilinçsiz bumeranglarımızın neden olduğuna da... Acı, bir yandan dünyaya gücenmek haklarımızı gasp ederken öte yandan sınırsız bir olgunluğun da öğretisini sunuyor” diyordu. Yıllar geçti “gücenme hakkı” geri plana düştü, “başkalarının acısına bakmayı” ve “başkalarının yarasını sarmak için mücadele ederken kendi yaralarını sarmayı” öğrendi.

Şafak Pavey, eğitimini London School of Economics’te yüksek lisansla tamamladıktan sonra BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nde çalışmaya başladı. Engelliler, azınlıklar, çocuklar, şiddete uğrayan kadınlar, mülteciler, işkence mağdurları ve insan hakları çiğnenen mağdurlar, “aktif bir dünya yurttaşı” olarak temel mücadele alanı oldu.

Cezayir, Sahra, Mısır, Yemen, Lübnan, Suriye, Irak, İran, Afganistan, Cenevre ve Washington’ta görev yaptı. Şu anda CHP İstanbul Milletvekili olarak TBMM'de. Genel kurulun ilk gününde “İmdat doğa” yazılı tişörtüyle HES eylemcilerine selam gönderdi. Pavey’le kişisel hikâyesine, acılarına, yaralarına “sığmayan-sıkışmayan” mücadelesini konuştuk.

- CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile karşılaşmanızı anlatırken “Genel başkan protez elimi tutunca ‘Tamam doğru yerdeyim’ dedim” açıklaması yaptınız. Engelli insanlarla birlikte yaşama konusunda bir beceriksizlik, acemilik var toplumda. Belki de sizin protez ayağınızla Meclis’e gelmenizle yaşanan asıl sorun; etek-pantolon değil, insanların engelli bir bedeni görmeye hazır olmamasıdır. Ne dersiniz?

- Toplumun her alanında kamusal yerler dahil olmak üzere engeller kaldırılmadığı için toplumun içine engelli vatandaşlarımızın girmesi de çok güç oluyor. Birlikte yaşamadığımız, birlikte okumadığımız, birlikte aynı mahallede olmadığımız için...

Doğduğunuz evde büyük bir günah sayılmanız, sokağa çıkarılmamanızla da başlayabilir, çıkarılsanız bile eve kapatılabilirsiniz, sonra okuldaki engellerle, sistemin engellerinin kilidinin açılmaması ile bir kere daha engellenebilirsiniz. İzole bir hayat yaşıyorsunuz. Öbür tarafta da sizi görmeden, duymadan, varlığınızdan haberdar olmayan insanlarla birden karşılaştığınızda herkes bir korku tüneliyle karşılaşıyor. Bunları aşabilmemiz için eğitimde çocuklarımızın birbirine değerek büyüyebilmesi çok önemli. Aynı sıralarda, zihinsel, fiziksel engelli, fakir-zengin tüm çocukları kavraştırıcı okullar olmalı, oysa okullar ayrıştırıcı. Böylece Meclis mecrasında bir araya geldiğimizde, birbirimizin farklılıklarından korkmadan bir arada olabiliriz.


Bacağımı sadece savaş alanlarında kapattım

Hrant Dink ile büyümüş, Agos’un ilk köşe yazarlarından biri olmuş Şafak Pavey. “Öldürüldüğünde İran’daydım. 15 gün önce yanıma gelmişti” diyor. Deniz Gezmiş de anne tarafından kuzeni. O doğmadan idam edilmişti Deniz Gezmiş ama “Evin içinde hep Deniz Ağabeyin adı geçerdi” diyor. Pavey de onlar gibi mücadeleci bir ruha sahip...

- Sizin protez bacağınız Meclis’te kadın milletvekillerinin pantolon giymesi konusunu güncelleştirdi. Bu konuda bir yasa önerisi var. Bunu nasıl karşılıyorsunuz?

- Benim etek giyme diye bir sıkıntım yok. Kadın milletvekillerinin özgürlüğünden yanayım. Kadın milletvekilleri nasıl daha rahat çalışabilirse ona varım. BM de resmi bir yerdi. Orada da hem pantolon, hem de etek giydim. İçtüzük benim konum değil, yasa önerisi benim önerim değil. Eteğimin ve bacağımın bu kadar konuşuluyor olmasını garipsiyorum. Protez bacağın bu kadar konuşuluyor olması engellilik konusunda konuşma dilimizin seviyesini de gösteriyor. Kadın milletvekilleri için rahat çalışma yolunu açacaksa ne güzel; ama bu tartışmaların çıkış noktasını bir daha gözden geçirip protez bacakla bu tartışmanın başlamasının garipliğini hatırlamak gerekir. Vücudumun bir parçası olan bir şeyden utanç, gocunma içinde değilim. Bacağımı kapattığım tek yer savaş alanlarında, protez bacak alamayacak insanların yanı olmuştur.

- Kandahar filmini izlediniz mi? Gökyüzünden protez bacaklar atılır...

- Evet, oradaki gibi protez bacakların gökyüzünden atıldığı yerlerde çalıştım. Her iki çocuktan birinin bir uzvunun kayıp olduğu yerlerde. Öyle bölgelerde çalıştıktan sonra, Meclis’teki tartışmaları dinlemek üzücü oluyor.

- Çok acı bir hikâye yaşamınız boyu sizi takip ediyor. 15 yıldır hep onunla anılıyorsunuz, size hep o günü soruyoruz. Bunu nasıl taşıyorsunuz?

- Hayatımda dönüm noktası olan olaylardan biri kaza, ama tek dönüm noktası da değildir. Çok önemli şeylere şahitlik yaptım. Savaş ve barış ortamı, doğa insan ilişkisini çok iyi anlatan tanıklıklarım oldu. Kaza da önemli bir şey. Duyarlılığımı, sorumluluklarımı arttırdı engellilik dünyasında. Sorulmasını yadırgamıyorum. Ama çoktan unuttum. Onun üstüne birçok da hayat yaşadım. Artık kazazede olarak değil, aktif vatandaş olarak anılmaktan daha çok mutluluk duyacağım.

- Kazadan sonra sizi terk eden eşinizin soyadını taşıyorsunuz. Bu zor bir durum değil mi, canınızı acıtmıyor mu?

- Benim için çok önemi yok hangi soyadını taşıdığımın. Çok teknik meseleden dolayı. Bütün diplomalarım, belgelerim... Yurtdışında yaşarken çok çileli şekilde değiştirilebiliyor. Bunun için kolları sıvadığımda büyük bir sıkıntıyla karşılaştım. Değiştirmekten vazgeçtim. Yurtdışında okumuş insanlar için denklik zaten çok zor, bir de soyadı meselesini düşünün. Eski eşimle anlaşarak ayrıldık. Bu bürokratik bir konu. Eşim hayatımda çok büyük hasara yol açmış biri değildir. O bana acıyarak bakmak yerine bir karar aldı. Paul'ün “Ona her baktığımda ona acıdığımı anlayacak, Şafak o kadar zeki bir insan” deyip, beni ziyaret etmemesi, bir araya gelmemiş olması aynı zamanda bir cesaretlilik. Bütün mahalle baskısına karşı konulmuş, bireysel bir seçimdir. Ona saygı duyuyorum. O zaman bu yüzden acı çektim mi? Evet, çekmiş olabilirim. Ama bütün hayatımda çektiğim acıların yanında çok büyük bir acı değil. Bir insanın zayıflığını kabul etmesini, bunu beceremeyeceğini baştan kabul etmesini saygıyla karşılıyorum.

- Kitapta “Biliyorum, biz çok karşılaşacağız eksiksiz bedenli, eksik yürekli kimselerle...” diyorsunuz... Beyoğlu’nda saldırıya uğradınız. Bu kadar vahşi bir saldırıda “eksik yürekli” insanlarla karşılaşmak ne düşündürdü sizde?

- İronisi şuradaydı. O sabah İsveçli bir medya grubuyla birlikteydim. Kadına karşı şiddeti, şiddetin gazetelerin üçüncü sayfasında değerlendirilmesini konuşuyorduk. O gece o olay oldu, ben ertesi gün 3. sayfadaydım. Saha çalışması gibi oldu. Acıklı olan şu; dünyanın her tarafında savunmasız bir kadın dövülebilir. Ama şu yaşadıklarım hukuk devleti misiniz onu anlatılıyor. Dövüldüm, kimse yardım etmedi, Londra'daki annemi telefonla aradım, yardım istedim. Emniyetten hiç kimse gelmedi. Daha sonra polis “Hem sakat, hem kadınsın bu saatte ne işin var” dedi. Gece 22.30-23.00 gibi. Protez bacağım kırıldı bu şiddet sonucunda. Saldırgan beraat etti. Mahkemede bir zarar görmediğime karar verdiler, protez bacağım vücudumun bir parçası sayılmadı. Darp sayılmadı. Kendi imkânlarımla tekrar yaptırdım, öylelikle tekrar yürüyebildim. Olaydan bir sene sonra arabulucu gibi birileri geldi, kapımı çaldı. Beni döven otoparkçı toplum içine çıkamıyormuş, engelli birini dövdüğü için. Ne yapmaları gerekiyorsa hazır olduklarını söylediler. Onu toplum önünde affetmem için ne yapmaları gerektiğini soruyorlardı. Ayıplandığı için dışlanıyormuş. Çelişkilerimiz burada. Hukukta bir şey çıkmadı. Ama toplumsal değerler nedeniyle o insan engelli bir kadına şiddet uygulaması yüzünden dışlanıyor. Toplumsal hapishaneye konuluyor. Hukuk ve değerlerimiz arasında bir boşluk var.

- Ne yaptınız?

- Nasıl affedebilirim?

- Agos’ta yazarlık yaptınız. Hrant Dink’i tanıyor muydunuz?

- Birlikte büyüdüm. Annemin çok yakın arkadaşı. Ustalarımdan biri, ağabeyim. Agos’un ilk köşe yazarlarındanım. Öldürüldüğünde İran’daydım. 20 gün önce İran’a benim yanıma gelmişti.

- Meclis’in ilk gününde “İmdat doğa” tişörtüyle çevre eylemcilerini selamladınız. Bu tür eylemler sürecek mi?

- Umuyorum, sivillerin sesi olmaya çalışacağım Meclis’te. Türkiye’nin dört bir köşesinde doğa mücadelesi verenlere Meclis’ten bir selam olsun istedim. Türkiye’nin dört bir yanında hapislere bile düşen insanların mücadelesine saygıyı sunabilmek istedim, fiziken orada olmasak da kalben orada olduğumuzu, o mücadeleyi veren sivillerin de sesi olduğumu göstermek istedim. Doğa bir haykırışta. Doğa bize emanet. Onun ev sahipliğinde yaşıyoruz.

Pozitif ayrımcılığa her zaman varım

- Belgeselciliğiniz de var. Hangi konularda belgeseller çektiniz?

- Çocuklarla yaptığım filmler var. Sahra çöllerinde yaptığım filmler, kadın haklarıyla ilgili filmler. İran’da Afgan mülteci çocuklarla bir film çalışmamız var. Lübnan’da mayınlarda hayatları parçalanmış insanlarla yaptığımız bir belgesel var. Orada çok çarpıcı bir anım var. Mayın temizleme çalışmasındayız. Bir bombadan 600 küçük parça çıkıyor. Her yere girebilir, pencere pervazında da, ağacın üstünde de olabilir. Çok çileli çalışma. Bir tarla temizlendi, bir adamın koşarak zeytin ağacının yanına gittiğini, ağlayarak “Seni özledim” diye konuşmasını dinliyorsunuz. Doğa ve insan ilişkisini görüyorsunuz.

- Fotomodellik de yapmışsınız, doğru mu?

- Fotomodellik yapmadım. Kazadan sonra toplumsal yargıları aşmak için yeni bedenimle görsel algımız alışsın diye bir çalışma yapmıştık. Fotoğraf çektirdim, Aktüel dergisinde kapak yaptılar. Görsel alışkanlıkları değiştirmek için İngiltere'de de engellilerle bir defile yapıldı, ona çıktım.

- Deniz Gezmiş de akrabanızmış...

- Evet.. Anne tarafından. Annemin kuzeni Deniz Ağa-bey. Ben daha doğmamıştım o dönemde ama evin içinde her zaman Deniz Ağabeyin adı geçerdi.

- Siyasette kadın hep ikincil bir konumda. Bu nasıl değişecek?

- Ben insan hakları yüksek komiserliğinden geliyorum. 9 tane insan hakları sözleşmesi var. Aslında insan hakları, kadın hakları, çocuk, engelli hakları. Bunlar sadaka politikalarının yapıldığı alanlar değil. Kadınların eşitliği nerede duruyor diye bakıyorlar dışarıdan. Çok ciddi çalışmamız lazım. Değerlerimizle niye oluyor, kotalarla niye olmuyor bakmamız lazım. İçini dolduramıyoruz. Pozitif ayrımcılığa her zaman varım, kota var ama önemli olan uygulanması. Engelli insanın, kadının kotasını doldurayım diye bir çaba hissetmiyor ki insanlar, cezasını ödemeyi tercih ediyorlar. Mesela Halkbank. Kotaya uymak yerine ceza ödüyor.