6 Ağustos 2014 Çarşamba

TBMM'de bir Cumhurbaşkanı oğlu, bir Cumhurbaşkanı trunu


Bir zamanlar Çankaya’da!

Osman Korutürk: Bir atamayla ilgili konuşunca babam beni odasından kovdu

Fahri Korutürk’ten “görüş bildiren” oğlu Osman Korutürk’e: Sen kim oluyorsun, çık dışarı!


ANKARA - Türkiye cumhuriyetinin 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün torunu Gülsün Bilgehan ve 6. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün oğlu Osman Korutürk bugün CHP milletvekilleri olarak parlamentoda. Kendileriyle “Milli Şef’in torunu”, “Cumhurbaşkanı çocuğu” olmak üzerine sohbet ettik. “Bu sıfatlar imtiyaz mı getirdi? Yoksa özel yaşamınızda bir kısıtlılık, dikkatli olma zorunluğu mu getirdi” diye sorduk. “Anayasal” sınırları zorlayıp “başkanlık” mesajları veren Başbakan Tayyip Erdoğan’ın söylemi, “sıfırlama” konuşmaları zihinlerde olan Bilal Erdoğan’ın “Cumhurbaşkanı oğlu” olarak Çankaya’ya çıkması olasılığı üzerine konuştuk.

Osman Korutürk, Erdoğan’ın “monşer” diye suçladığı kesimden emekli bir diplomat. “Başbakan’a oturmasını kalkmasını bilen, temiz terbiyeli konuşan, sağa sola bulaşmayan, işini iyi yapan insanlar batıyor. ‘Monşer’ lafı da oradan çıkıyor” diyor. Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması olasılığıyla ilgili olarak “Cumhurbaşkanlığı köşküne çıkacak kişinin ithamlardan aklanması, alnı açık çıkması lazım” görüşünü dile getiriyor. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı konusunda en başta tereddütleri olan, ancak daha sonra imza veren Korutürk, “Cumhurbaşkanı olmaya layık, namuslu, dürüst, akadamik birikimi olan, kamu görevini çok uzun süredir iyi yapmış bir insan. Mesafenin nedeni, Ekmeleddin beyi daha ziyade bir merkez ya da sağ partinin adayı olarak daha uygun olur diye düşünmemdir. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması durumu daha da vahimleştirir, onun için Ekmeleddin beyi desteklemekten başka çare yok. Herkesin kime oy verirse versin, mutlaka sandığa gitmesi gerek” diyor.

Korutürk, “Cumhurbaşkanı oğlu olmanın imtiyaz değil, kısıtlamalar getiren bir durum olduğunu” anlatıyor. “Cumhurbaşkanı oğlu olduğumuzu çok kimse bilmezdi. Çok yakın arkadaşlarım bilirdi, arka kapıdan girerlerdi köşke” diyen Korutürk, bazı anılarını anlattı:

Vantilatör kayışı kutlaması!: Bakanlığa girdiğim sırada babam Cumhurbaşkanı değildi, senatördü. Ben askerliğimi yapıyordum, İstanbul Boğaz Komutanlığı’ndaydım. Topçu birliklerinde nöbetçiyidim tepelerde. Bizim bataryalar uzak olduğu için personel servisle alınıyor, bize bir kamyon tahsis ettiler, işimize yarayacak bir şey değil, albaya “bunu servis aracı yapalım” dedim. Arabayı hazırladık, şoföre “top sahasında bir dön gel” dedik. Tamam çalışıyor, dedi. Albaya, tamam , dedim. Fakat sonra şoför geldi “vantilatör kayışı kopmuş, çalıştırmadık” dedik , komutan “Bir işi kıvıramıyorsunuz, rezil olduk” dedi. Ben de kendime iş edindim. Kayış bulduk, gece 02.00-02.20’da arabayı çalıştırdık, sabah da bu gitti servise. Sabah bizim personel onla geldi, araçtan çıkıyorlar “Asteğmenim tebrik ederiz” falan diyorlar. “Valla çok uğraştım ama sonunda başardık” deyince durdular. “Neyle uğraştınız" falan diye. “İşte sabaha kadar çalıştık, kayışı bulduk” dedim. “Ne kayışı ya, babanız Cumhurbaşkanı oldu” dediler. Tebrik ederiz, dedikleri oymuş, hiç haberim yoktu.

Çankaya’da fırça: Büyükelçi Candemir Önhon babamın özel kalem müdürüydü. Görev süresini doldurdu, yerine yeni bir özel kalem müdürü gelecek, Dışişleri Bakanlığından bir liste hazırlayıp göndermişler köşke. Ben de o zaman gencim, yaverler de genç, boş kaldığım zaman yaverlerin odasına gidiyorum, otururken nöbetçi yaver “Bir liste geldi, gördün mü” dedi. Birkaç senedir bakanlıktaydım, baktım , onlar babama uyan adamlar değil. Boş bulundum babama dedim ki: “Onlar sana yaramaz”. Çok kızdı, “Sen kim oluyorsun? Sen Dışişleri Bakanlığı’nda küçük rütbeli birisin, 2. katipsin, sen sicil mi veriyorsun, sana mı soracağım ‘bunlar yarar mı’ diye? Soracak olsam Dışişleri’nde adam mı kalmadı? Çık dışarı, bir daha keserim ayağını buradan, gider Moda’da oturursun” diye azarladı. Çok pişman oldum.

Salah Korutürk’ün sınavı: Babamın cumhurbaşkanlığı döneminde kardeşim Salah, Dışişleri Bakanlığı sınavlarına girdiğinde ilk sınavı kazanamadı. Girecek olanları 2-3 kişi arttırsalar listeye giriyor. Çağlayangil, babama “Böyle bir şey oldu ama bir yanlışlık var, bakacağız” demiş. Babam sinirlenmiş. “Yanlışlık olmaz, zaten ben söylemiştim, yeteri kadar çalışmadın, diye. Bir dahaki sefer çalışır girer. Böyle bir şeyi duymamış olayım” demiş. O zamanlar babama mahsus bir tutum değildi bunlar, devlet adamlığı böyleydi. Dışişleri’nde çalıştığım dönemde bana hep bayram, yılbaşı nöbetlerini koyarlardı. O zaman sabaha kadar nöbet vardı. Bilirler, bir şey söyleyemeyiz. “Babası Cumhurbaşkanı onun için itiraz etti. Ayrıcalık mı istiyorsun” derler diye sesimizi çıkaramazdık.

Trafikte bir Cumhurbaşkanı oğlu: Arkadaşlarınızın yaptığı her şeyi siz yapamıyorsunuz en genç yaşlarınızda “aman laf gelmesin” diye. Bir keresinde Ankara’dan İstanbul’a gidiyorum arabayla, süratli kullanıyorum. Polis çevirdi, baktı evraklara “Sizin cumhurbaşkanıyla alakanız var mı” diye sordu. Oğluyum, dedim, “Bir daha tekerrür etmesin” dedi. “Öyle şey olmaz, neyse cezası verelim” dedim. “Cezası sizi biraz üzer. 120 lira cezası var, arabayı trafikten çekeceğiz, sizi de mahkmeye sevkedeceğiz” dedi. Onun üzerine, “Anlayışınız için teşekkür ederim” dedim. İlk defa, bir kere kullandık! O zamanlar 160-170 lira alıyordum maaş olarak... Bir kere yine arabam bozuldu, kuzenimin arabasına bağladık. Pangaltı’da polis çevirdi, yasak böyle götüremezsiniz, diye. Sabit demirle çekeceksin, dedi. Ya arabanın freni bozuk, dedik, kabul etmedi “Peki, cezası neyse ödeyelim” dedik. “Sizin kiminiz kimseniz yok mu, buralarda herkes bir şeyler söyler, birinin yakınıdır” dedi. “Yok, söylemiyoruz” dedik. “O zaman, sen de bendensin, hadi, tamam...” dedi.

Danıştay’a dava: Bakanlığa girdikten 6-7 yıl sonra başkatiplik sınavına giriliyor normalde, eğer doktoranız varsa iki sene kıdem alıyorsunuz, avukatlık stajınız varsa ve meslekle ilgisi varsa 2 yıl daha kıdem alıyorsunuz. Sonra bu “meslekle ilgili olma”yı da kaldırdılar. Benim Cenevre’de iki arkadaşımın doktoraları vardı, erken başkatiplik sınavına alındılar, benim de avukatlık stajım var, dedim ama sınava almadılar. İzin aldım, Ankara’ya geldim, “Sen hiç uğraşma, seni sınava sokarsak Cumhurbaşkanının oğluna istisnai muamele yapıldı, derler” diye geri çevirdiler. Dava açtım Danıştay’da. Kazandım da.

Emel Korutürk’ün resimleri: Annem Türkiye’nin ilk kadın ressamlarındır. Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun, çok önemli insanlarla aynı okulda okumuş. Annem sergilere giderdi, çoğu sınıf arkadaşı, okul arkadaşı ressamların. Resim hediye etmek isterlerdi, “Kabul edemem. Eğer hediye etmek isterseniz bana değil, Köşk’e hediye edin ‘alındı’ belgesi karşılığında. Köşk’te Türk ressammları koleksiyonu olsun” derdi. Köşk’teki pek çok resim o dönemde hediye edildi. Ferruh Başağa, Nuri İyem, Hulusi Mercan, Avni Arbaş, Selim Turan annemin sınıf arkadaşıydı. Bedri Rahmi de çok ahbabıydı.

Babam sivil cumhurbaşkanıydı: Başbakan “Tarafsız olmayacağım. Deniz Kuvvetleri Komutanı Fahri Korutürk mü tarafsızdı..” diyor. Babam asker olmaktan mutluydu, övünürdü ama askere karşı sivil cumhurbaşkanı olarak seçildi. O zaman Silahlı Kuvvetler Faruk Gürler’i dayatıyordu. Benim nöbetçi olduğum, kayışla uğraştım zamanda babamı zannediyorum Çağlayangil aramış, partiler sizin üzerinde anlaşıyor, demiş. Babam da İhsanoğlu’nun dediği gibi “Bu milli görev, kabul etmemek olmaz” demiş. “Ama mecliste grubu bulunan partilerin çoğunluğunun teklif etmesi lazım, bir tek tura girerim, kazanamazsam adaylığımı geri çekerim, 2. bir tura girmem” dedi. Aday olduğu ilk turda seçildi. Erdoğan, babamı hedef alıyor. 1960’da ayrıldı deniz kuvvetleri komutanlığından, 73’te Cumhurbaşkanı seçildi. O arada büyükelçlilik, senatörlük yaptı, sivil siyasi hayatın içindeydi. Sivil, anayasa ile kısıtlı, parlamenter demokrasinin işlemesine önem veren bir Cumhurbaşkanı oldu. Bugün anayasada Cumhurbaşkanına Başbakan’ın vehmettiği yetkileri veren bir hüküm yok. Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmek, yetkisi var, edersiniz; orada çayınızı kahvenizi içersiniz, eğer Başbakan sizinle aynı fikirde değilse, “ziyade olsun sayın Cumhurbaşkanım” der, gidersiniz. Yapabileceğiniz hiçbir şey yok. “Saksıydı” falan o ifadeleri Türkiye’nin başbakanına yakıştıramam.

----------------------------



Gülsün Bilgehan:
"Asıl bize aristokrat diyenler aristokrat"

İsmet Paşa ‘derse kalktın mı’ diye sorardı


Gülsün Bilgehan’la da Pembe Köşk müze-evde sohbet ettik. O da çok sade, mütevazi bir yaşamları olduğunu söylüyor. “İsmet Paşa’nın torunu” olmanın getirdiklerini şöyle özetliyor:

“Ben Başbakan torunu olduğumu, ana muhalefet lideri olarak İnönü’yü hatırlıyorum. 1973’te öldüğünde 17 yaşındaydım. Ben en büyük çocuğuyum, biz bütün bu mahalledeki çocuklar gibi elimize çantamızı alıp Çankaya İlkokulu’na giderdik. Belki bir farklılığımız vardı ama aldığımız eğitimden dolayı o farklılığı göstermemek için herkesten daha sade, herkesten çok daha iddiasız, mütevazi olmaya alışmıştık. Ama herkesten daha çok çalışmamız, ödevlerimizi yapmamız, sözlüye kaldırıldığımızda herkesten daha iyi cevap vermemiz, karnemizin çok iyi olması gerekirdi. Sınıftan eve döndüğümüzde İsmet Paşa bize, ‘Ne yaptınız, bugün derse kalktın mı’ diye sorardı. Ben de, kardeşlerim de olağan evlilikler yaptık. Çocuklarımız bizden çok daha az bu ortamın içinde. Kendi çocuklarım için söyleyebilirim; anaokulunudan üniversiteye kadar pek çok arkadaşları hangi aileden geldiklerini bilmezdi. Hala da öyledir, çalıştıkları yerlerde kim oldukları bilinmez. Ben ilk milletvekili seçildiğimden beri hep yurt dışında görev aldım. Oralarda birçok önyargılı eleştirel gözden ya da övgüden uzak olarak bir Türk milletvekili olarak görev yapabildim. Beni ‘Bayan Bilgehan’ olarak tanıdılar.”

Gülsün Bilgehan “cumhuriyet eliti, aristokrat” eleştirilerine “Bize bu eleştirileri yöneltenlerin bizden çok daha aristokrat olduğuna inanıyorum, yaşam tarzlarıyla imkanlarıyla. Biz bu eve 1925’te İnönü’nün gelişinden itaberen hep sade, orta halli bir memur ailesi olarak yaşadık. Çocuklarımızda da devam ediyor bu alışkanlık” karşılığını veriyor. Erdoğan ve ailesiyle ilgili olarak “Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olmak hakkı, ama arkasında çok ciddi, vahim bir bagajla çıkıyor. Bu bagajı temizlemeden, bu iddialardan aklanmadan Çankaya’ya çıkmasını çok endişe verici buluyorm. Siyasetçi çocuğu olduğum için aileleri korumaya çalışırım, ailelerin haksız yere itham edilmesini, zaten zor olan hayatlarının daha da zorlaştırılmasını istemem. Ama bunu önlemenin tek yolu aklanmaktır” diyor. “Erdal dayımın güzel bir sözü vardır: Gerçeğin er ya da geç bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır” diye de ekliyor.

Bilgehan, 20 yıl önce yazdığı Mevhibe kitabını gösteriyor. Bu kitapta Mevhibe hanımın bir kadın olarak mücadelesi ve hayatından kesitler var. “Mevhibe Hanım hep ilk evlendiği miralay İsmet Bey’in eşi olarak kalıyor, hiçbir zaman first lady olmuyor. Geleneğine, göreneğine, inancına çok bağlı, aynı zamanda da cumhuriyet değerlerini benimseyen bir genç kadın olarak eşinin yanında yer alıyor. Ne önünde, ne arkasında” diyor. Başbakan Erdoğan’ın İsmet İnönü’yü hedef alan suçlamalarına girmek istemeyen Bilgehan, geçmişte de çeşitli suçlamalar olduğunu söylüyor. “3 metrelik kumaş” hikayesini anlatıyor. 1950’den sonra da DP’li bir milletvekili Meclis kürsüsünden, bir devlet kurumundan Mevhibe İnönü için alınan 3 metre kumaşın parasının ödenmediğini söyler. İsmet Paşa , hemen evde o 3 metrelik kumaşın faturasını bulur ve mecliste gösterir. Bilgehan, “Erdal dayım yurt dışında öğrenciyken annesine iyiniyetle bir palto almak istiyor, babasına mektup yazıyor. İnönü’den fırça mektubu geliyor, aklından çıkar, senin öğrenim paranı zar zor denkleştiriyoruz, diye. Bu kadar sade, mütevazi hayatlar” diyor.
-----------------------
30-31 Temmuz 2014 tarihlerinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlandı.

1989'dan 2014'e CHP çözümün neresinde? Türey Köse'nin yazı dizisi


ÇANKAYA YARIŞINDA KÜRT KARTI/ 

Sezgin Tanrıkulu: Erdoğan'dan kimseye, hele Kürtlere hiç demokrasi çıkmaz

Burhan Şenatalar:: “İnsanlar dillerini öğrenirlerse bölünmeyiz!”

Rıza Türmen: “Ne söylerseniz Türkiye bölünür!...Türkiye karpuz mudur?”

"Çift dilli eğitim yapılabilir"

Oğuz Oyan: Ver çözümü, al diktatörlüğü ahlaksız teklif

“Kürtçe seçmeli ders olabilir”


Levent Gök: Kan akmasına engel olacak hiçbir çalışmanın önünde engel değiliz.


SHP-CHP çizgisindeki sosyaldemokrat partiler tarafından kamuoyunda “SHP’nin 1989 raporu” olarak bilinen Temmuz 1990 tarihli “SHP’nin Doğu ve Güneydoğu Sorunlarına Bakış ve Çözüm Önerileri” raporundan bugüne 22 rapor hazırlanmış. 1990 raporunda, “Anayasadan başlayarak bütün ilgili yasal düzenlemeler demokratik hukuk ilkelerine uygun hale getirilecektir. Anadil yasağı ile ilgili her türlü yasal düzenleme yürürlükten kaldırılacaktır. Kürt Enstitüsü kurulabilecektir” gibi o dönem için son derece ileri görüşler dile getiriliyordu. Rapora o dönemde tüm sağcı politikacılar çok sert tepki gösterirken, DGM de soruşturma başlatmıştı. Bir dönem Kürt seçmene ulaşan, hatta seçim işbirliği yapan sosyaldemokratlar; daha sonra uzun bir süre Doğu ve Güneydoğu’da varlık gösteremedi. Şimdi, Çankaya yarışında “çözüm süreci” en önemli tartışma başlıklarından. Eğer yarış ikinci tura kalırsa Kürt seçmenin tercihi belirleyici olacak. Bu ortamda Başbakan Tayyip Erdoğan “çözüm süreci” kartını öne çıkarırken; CHP de “Bu sorunu biz çözeriz. Türkiye demokratikleşmeden Kürtler demokratikleşemez. Barış isteyen Kürt seçmen Erdoğan’ı desteklemez” ” mesajı veriyor. SHP’nin 1990 raporundan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Özgürlük ve Demokrasi Bildirgesi”ne -adında bile uzlaşılamayan- “Kürt” “Doğu Güneydoğu” “Terör” ya da bazılarınca “Türk” sorunu diye adlandırılan sorunun çözümü için gelinen noktada CHP’nin yaklaşımını inceledik.
----------------
CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu:

“Kürt seçmen rapordan bıkmış, çözüm çerçevesi belli”


CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, “Kürt sorunu”ndan doktoralı bir siyasetçi. “Bu sorunu ilk gençlik yıllarımdan beri izliyorum, 1984’te ilk avukatlık yıllarımdan beri insan hakları mücadelesi içinde, baroda görev almış bir avukat olarak hep bu konunun içindeydim. Bu sorun beni hukuk doktoru yaptı, ‘hukuk devleti bağlamında etkili başvuru hakkı’ konusunda doktora tezi yazdım” diyor. Son dönemde Doğu ve Güneydoğu’da “ partileriyle ilgili negatif algıyı onarmaya, yurttaşlarla yeniden güven ortamını oluşturmaya başladıklarını” söylüyor. Bölgede hiç milletvekilleri olmamasına karşın, her insan hakları ihlalinde mutlaka bir milletvekillerinin gittiğini, Uludere olayının “Türkiye’nin vicdan meselesi”ne dönüşmesinde katkıları olduğunu vurguluyor. Tanrıkulu ile Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giderken, çözüm süreci ve CHP’nin geldiği nokta konusunda sohbet ettik.

Yarış ikinci tura kalırsa, Kürt seçmenin Başbakan Erdoğan’ı destekleyeceği kanısı yaygın. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Kürt seçmen niye Erdoğan’a oy versin? 12 yıldır iktidarda olan bir parti var, 12 yıldır gerçekten Erdoğan Türkiye’nin bu temel meselesi konusunda çözüm noktasında samimi, sorunun özüne uygun bir çözüm programı ortaya koydu mu? Sürekli bu sorunu erteleyerek, öteleyerek, sorunu masanın altına süpürerek, zaman zaman sertleşerek ve aşırı milliyetçi, nefret dili kullanarak, zaman zaman zeytin dalı uzatarak bu sorunun parametrelerini elinde rehin tutarak bir siyaset tarzı izledi. 10 Ağustos’tan sonra hiçbir şey ötelenmeyecek, diyor. Yani 12 yıldır öteledin. Bunu söyleyen bir başbakanın samimiyetine nasıl güvenirsiniz? 20 aydır bu süreç devam ediyor, neden yasayı daha önce getirmedin, tam cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, hem de başlığıyla, içeriğiyle bir şey vaadetmeyen bir yasa getirdin? Kürt seçmenin, kendini böyle tanımlayan seçmenin Başbakana bu sorunun çözümüne inanç nedeniyle oy vermelerini doğru bulmam. Seçeneksiz değiller, 2 seçenek var.

Size göre; Kürt seçmen neden İhsanoğlu’na oy vermeli? 

Dünyada sorun çözme konusunda önemli bir diplomasi deneyimine sahip olan bir aday. Mutabakata açık böyle bir aday sorunun çözümüne daha fazla katkıda bulunur. Madem Erdoğan çözümden yana, onu elde tutsunlar, bir tarafta tutsunlar; diğer taraftan mutabakata açık, sorunun çözümü konusunda olumlu görüşler ifade eden birine destek versinler ki mutabakat zemini genişlesin! Pragramtik bakıyorlarsa böyle bakmaları lazım. Başbakan’ın Çankaya’ya çıkması, Türkiye’nin bu sorununu çözümüne yardımcı olmaz, daha da zorlaştırır. Benim bu modelime ülkem destek verdi, der. Onun modeli nedir? Bu meseleyi rehin almak, demokrasi dışı davranış, hukuksuzluk... Böyle bir anlayıştan hiç kimseye, hele hele Kürtlere hiç özgürlük, demokrasi çıkmaz. İkinci tura kalırsa, Demirtaş’a oy veren insanlarda aklı selimin, vicdanın, daha politik, vicdani bir tutumun harekete geçeceğini sanıyorum. Bu da Erdoğan olmayacaktır. HDP için “Aslında mecliste olmaması gereken bir parti” diyen zihniyete bir cumhurbaşkanı adayına nasıl oy verecekler?

Başbakan, 1990 raporuyla CHP’ye yükleniyor. CHP’nin bu raporun gerisinde olduğu eleştirilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

İnsanlar Doğu ve Güneydoğu’da öldürüldüğü, faili meçhul cinayetlere kurban gittiği zaman kendisi taşra siyaseti yapıyordu, ticaretle falan meşguldü. O raporun ne anlama geldiği anlamaya o zamanki kapasitesi yetmez. Siyasi mirasına sahip olduğu geleneğin o dönem bu raporu hazırlayanları neyle suçladığını çok iyi biliyoruz. CHP en zor dönemde, darbe sonrası yıkımın insan hakları ihlallerinin en yoğun yaşandığı dönemde büyük bir cesaretle çözüm yollarını ortaya koyan bir geçmişe sahip. Aradan 25 yıl geçmiştir; tabii ki o rapor bugünün ihtiyaçlarına cevap veren bir rapor değildir. Ama yazıldığı dönemdeki cesareti, öngörüyü ortaya koymak açısından bir ilktir. Erdoğan’ın kafasına vura vura bunu söyleceğiz. CHP o raporun elbette gerisinde değildir. 2011’de genel başkanımız Hakkari’de ne diyordu? Türkiye Yerel Yönetimler Şartı’ndaki çekinceleri kaldırmalıdır... Şimdi çözümden bahseden Başbakan, o zaman CHP’yi bölücülükle suçladı. Böyle bir Başbakan çözümden yana görünüyor, CHP de çözüm karşıtı görünüyor! Başbakan’a meclise sormuşum, Bakanlar Kurulu’nun yetkisinde olan bu çekinceleri neden kaldırmıyorsunuz, diye...Cevap yok.

Kürt siyasetçiler herhalde iktidarın Abdullah Öcalan’ı muhatap almasını çok önemsiyor...

Dünyanın her yerinde bu sorunun çözümüne yardımcı olacaksa, silahlı şiddet bitecekse, “terör” eylemleri bitecekse, ölümler olmayacaksa, tabii ki bunu sonlandırmaya elverişli araçlarla, elverişli aktörlerle görüşülebilir. Ama bunu siyasal başarı olarak göstermezsiniz, sonuç aldığınız zaman tarih bunu bir yere yazar. Genel Başkanımız 3 yıl önce ifade etti; ölüm olmayacaksa tabii ki görüşülür...Elinize davul zurna alıp söyleyecek değilsiniz. sonuç alınırsa ifade edilir. Devletin birimleri görüşebilir ama bu sorunun çözüm yeri başka merkezler değil; Brüksel , Washington, Erbil değil, Ankara’dır.

Muhatap HDP mi olmalı, diyorsunuz?

TBMM çatısı altındaki bütün partilerdir muhatap, sadece HDP değil. Bu sorun Kürt sorunu olmaktan çıkmıştır, bir Türkiye sorununa dönüşmüştür. Muhatap bütün partilerdir, MHP’dir aynı zamanda. Artık, Taksim Türkiye oluyor; Kadıköy Lice oluyor; Taksim’in “Duran adam”ı Hakkari’de türüyor; Çarşı özgürlük istiyor; Kuğulu Park Eskişehir oluyor. Ortaklık artıyor. Barış, özgürlük, demokrasi herkesin ortak hedefi oluyor.

CHP, çözüm süreci yasasına destek verdi. Bu süreç parti içinde ciddi bir sıkıntı yaratır mı?

Başbakan şunu hesaplamıştı; nasıl olsa CHP karşı çıkcak, ben de seçim döneminde meyden meydan dolaşıp “Bakın biz çözmek istiyoruz, ama CHP bırakmıyor, o yüzden bana yetki verin halledeyim” diyecekti. O malzemeyi elinden aldık. Daha doğru çıkması için katkıda bulunduk, 4. madde revize edildi. Partimiz çoğulcu bir partidir, karşı olan arkadaşlarımız ret oyu verdi.


CHP’nin yeni bir Kürt raporu hazırlaması gerekiyor mu? 
Kürt seçmen rapordan bıkmış inanın. Bu sorunun bazı parametreleri var, çerçevesi belli. Bizim verdiğimiz yasa önerileri, araştırma önergeleri var, bunları hep AKP engelledi.

Anadilde eğitim konusunda CHP’nin tavrı belli, bu tavırda bir değişim olabilir mi? 

Anadil meselesi temel bir insan hakkıdır. Anadille ilgili öğrenim, eğitim meselesinde esas alınması gereken kriter şudur: BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre “çocuğun yüksek yararı” neyi gerektiriyorsa o yapılmalıdır. Anadil meselesi yasa meselesi değil, anayasanın değişmesi gerekir. Genel Başkanımız da söyledi; bu konu siyasetin mecrasından, dilinden çıkmalı, eğitimciler, pedagoglar çocuğun yüksek yararını getiren model neyse onu önermeliler. Siyaset kurumu da buna uygun düzenleme yapmalı. Temel kaygı şudur. Türkçe resmi dildir, ortak dildir, eğitimin her kademesinde esastır; bunun yanında “çocuğun yüksek yararı” neyi gerektiriyorsa ona uygun model araştırılmalıdır, geliştirilmelidir, uygulanmalıdır. Çağdaş sosyal demokrasinin değerleri de buna izin veren değerlerdir. Anadille ilgili her düzeydeki yasak, anayasal metin dahil olmak üzere hiçbir yerde yer almamalıdır.

Demokratik özerklik isteklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Birileri “demokratik özerklik” der. Bizim parti programızda “yerinden yönetim” der. CHP parti progrmanının en ilerici yerlerinden biri “yerinden yönetim”le ilgili bölümdür. Yerel Yönetimler Şartı’ndaki çekincelerin kaldırılması ve buna uygun modelin Türkiye’de uygulanması konusunda öncülük ettik. Her belediye , her yerinden yönetim kendisine göre uygulayabilir, esnek bir model öneriliyor. Bunun İzmir’de karşılığı başka olur, Trabzon’da ihtiyaç başka, Diyarbakır’da başka olur. Nasıl adlandırıldığı önemli değil. Eğer biz AB hedefinden uzaklaşmak istemiyorsak, o normları esas alıyorsak Avrupa Konseyi’ndeki esaslar da büyük ölçüde yerinden yönetim esaslarıdır. Sadece bir bölge açısından değil, bütün Türkiye açısından esas alan modeli uygulayabiliriz.

Önümüzdeki süreçle ilgili olarak genel af, Öcalan’a ev hapsi tartışmaları da gündemde. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

---------------------
Genel Başkan Yardımcısı Burhan Şenatalar:

“İnsanlar dillerini öğrenirlerse bölünmeyiz!”

CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhan Şenatalar, MYK’ye son giren isim. Geçtiğimiz yıl bir grup aydının hazırladığı “Barış için özgürlük, demokrasi” bildirgesine imza atanlar arasında yer alıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın izlediği süreci eleştirdikleri için “CHP sanki sürecin tamanına karşı çıkıyormuş” gibi bir algı yaratıldığını vurguluyor. “1.5 yıldır can kaybı olmuyor, bundan herkes mutlu. CHP özellikle son 4-5 yılda çok daha demokratik , özgürlükçü, katılımcı, coğulcu bir yaklaşım içinde. CHP, görüşmelerin yasal temeli yok, muhalefeti, toplumu bilgiledirmiyorsunuz, bu kadar hayati bir sorunu çözmek için toplumsal mutabakat istiyoruz, diyor. CHP barış sürecine karşı, demek hem geçersiz, hem haksız” görüşünü dile getiriyor. 1990 raporundan bu yana çeyrek yüzyıl geçtiğinin altını çiziyor. “Türkiye çok hızlı değişen bir toplum. O raporun bugüne ışık tutması mümkün değil. İyiniyetimizi, öncülüğümüzü göstermekten bakımından önemlidir. O zaman söylediklerimizin bir bölümü bugün de geçerli, bir bölümü aşılmıştır” diyor.

Şenatalar, “Cumhurbaşkanlğı seçimi 2. tura kalırsa Kürt seçmen ne yapmalı” sorusuna şu yanıtı verdi:

“Erdoğane başkanlık sistemi dediği zaman asla ABD’deki sistemi düşünmüyor. Oradaki sistemin kuvvetler ayrılığına dayanan bir mantığı var. Erdoğan, Putinvari bir düzen istiyor. Kürt yurtaşlarımızın şunu düşünmeleri lazım: Bütünüyle anti demokrasiyi temsil eden bir bakış açısı bana nasıl bir demokratik yaşam getirebilir? Bu mesele sadece İmralı’yla başlayıp biten bir mesele değil. Günlük yaşamda demokrasiyi yaşamak, tenenefüs etmek konunda Erdoğan bana anti demokrasiyi vaadediyor, Diyarbakır’daki bir Kürde nasıl daha fazla demokrasi vaadedebilir? Kürt sorunu, Türkiye’nin demokratikleşme sorunudur. İki adaya bakarsak, biri Türkiye’yi daha otoriter bir yönetime götürecek, diğeri daha demokratik bir siyasete. 1. turda da 2. turda da Erdoğan’ın desteklenmesinin Kürt yurttaşlar için cazip bir seçenek olduğu kanısında değilim. Kürt seçmenlerin bir kısmı muhafazakarlık nedeniyle, dini inançları için Erdoğan’ı destekleyebilir ama barış sürecine destek verenlerin Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı olarak görmek istemelerini kendi içinde çelişkili buluyorum.”

Şenatalar’ın süreçle ilgili diğer sorularımıza verdiği yanıtlar özetle şöyle:
.Yeni rapor, hatta raporlar hazırlamak tabii ki faydalı olur. Biz bugünkü statükoyu savunuyoruz, diyecek durumda da değiliz. Yerel yönetimler nasıl güçlendirilecek, meselesi için birkaç rapor hazırlanabilir. Bölge idaresi kurulsun, diye ileri sürüldüğü zaman bunu ileri sürenlerin de detaylı raporu olduğundan şüpheliyim. Demokratik özerklik, deniyor içinin nasıl dolduracağı konusunda henüz yeterince bilgi yok. Bölge yönetimleri meselesi sadece etnik açıdan bakılarak çözülecek bir mesele değil, bütün bir kamu yönetimiyle ilgili bir mesele.
.CHP, şu anda genel affın gündemde olduğunu düşünmüyor. Ama zamanı gelince tartışılabilecek konulardan biri. Önümüzde bir cumhurbaşkanı seçimi varken, bunu içiçe sokmayı doğru bulmuyorum. Erdoğan süreçle ilgili somut bir şey söylemiyor, “genel af” diyor mu, demiyor . Belki kapalı kapılar ardında bir şey söyleniyor mu bilmiyoruz.
.Bir insanın dilini konuşması, yazması, öğrenmesi önünde engel olması insan haklarına aykırıdır. Bir insanın kültürünü, tarihini öğrenmesi önünde engel olması insan haklarına aykırıdır. Bunun ötesinde dil öğrenimi nasıl olacak, derseniz, hiçbir dili engellemeye hakkımız olmadığı gibi, küçümsemeye hakkımız da olamaz. Herkesin dilini, kültürü öğrenmesi, geliştirmesi ve yaşaması hakkıdır. Bundan sonrası pedagogların işidir. Uluslararası düzeyde kabul edilen “çocuğun yüksek, üstün yararı” ilkesi vardır. Çocuk zedelenmemeli, horlanmamalı, 2. sınıf hissetmemeli, yeteneklerinin, becerilerinin önü açılmalı, ana dilini geliştirebilmeli, gidebileceği yere kadar ana diliyle gidebilmeli. Türkiye koşullarında da bunun sonucu isteyen aileler için çocuklarının iki dilli olarak yetişmesi. Seçmeli ders buna yetmez. Eğer kendisi, ya da ailesi istiyorsa iki dile hakim olarak yetişebilmeli. Resmi dil Türkçe olacağına göre, Türkçeye hakim olması lazım, arzu ettiği takirde Kürtçeye de hakim olabilmesi lazım. Bunun nasıl olacağını pedagoglar söyler.
.Buna karşı çıkmak “insanlar dillerini çok iyi öğrenirlerse bölünürüz” demektir. İnsanın dilini en üst düzeyde öğrenme hakkını engelleme hakkına sahip değiliz. 2014 Türkiye’sinde aslında bu gibi engellemeler daha sakıncalı. Partimiz içinde büyük çoğunluğun tepki duyacağını sanmıyorum. Kürt sorunu veya demokratikleşme dediğimiz şey bütün toplumu ilgilendiriyor. Bu konular tartışılırken çok yapıcı bir üslupla tartışılması gerekir, istismar edilerek tartışılmamalı.


Murat Karayalçın: Cumhuriyetin altın üçgeninde çözüm


SHP-CHP çizgisinin tarihinde 1990 raporu kadar, Erdal İnönü döneminde 1991 seçimlerindeki SHP-HEP seçim ittifakı ve 2004 seçimlerinde Murat Karayalçın’ın genel başkanlığı döneminde SHP-DEHAP işbirliği önemli bir yer tutuyor. Murat Karayalçın, bugün CHP PM üyesi. Karayalçın, “'1989 raporu’ diye nitelenen rapor aslında 1990 Temmuz’unda PM’de karara bağlanmıştı, ama kamuoyu 1989’u referans tarih olarak kullanıyor. Bu raporun önemi ilk kez Kürt sorunuyla ilgili bir siyasi metnin hazırlanmış olmasından kaynaklanıyor. Türkiye’de demokrasi karşıtı bütün siyasi güçler saldırdı, simge oldu. 1990 raporunu tamamlayan, 1991 yılındaki SHP-HEP işbirliği vardı, 2. SHP’nin 2004 yılında yılında DEHAP, ÖDP gibi sol partilerin tümüyle yerel seçimlerde kurmuş olduğu sol koalisyon vardı” diyor. Karayalçın, o günlerdeki siyasal iklimi ve tartışmaları da şöyle özetliyor:

“Aklınıza gelebilecek bütün siyasi partiler, AKP’nin çekirdek kadroları da içinde olmak üzere, bize saldırdılar. Ben o zaman Ankara belediye başkanıydım. ‘Bölücülük’, ‘vatan hainliği’ ifadelerini hiç çekinmeden kullandılar. Ama 1999’da özelikle Helsinki doruk toplantısından önce AB aday üyeliği kararının alınması için SHP’nin Kürt raporunda dile getirdiği ama suçlandığı çözüm önerilerinin çok büyük bir bölümünü karara bağlamak durumunda kaldılar. Bize saldıranlar, AB istediği için denilenleri yapmak zorunda kaldılar. Ben de ‘Sorunumuz bunu Türkçe seslendirmiş olmamız, belki İngilizce söyleyeydik, dikkate alırlardı’ dedim o günlerde. 2004’te DEHAP’ın da içinde olduğu birlikteliği kurduğumuzda da çok ağır saldırıları uğradık. AKP kadroları, başta Melih Gökçek olmak üzere çok ağır suçlamalarda bulundular. ”

Karayalçın, SHP-CHP çizgisinin Kürt sorunu konusunda 22 metin çıkardığını ve bunların tümünün partinin organları tarafından karara bağlandığını vurguluyor. “CHP, 1990 raporunun gerisinde” eleştirilerine de şu yanıtı veriyor:

“CHP, daha sonra hazırladığı metinlerle bunu aşan yaklaşımları kuşkusuz sergiledi. 2008 CHP programı da çok önemli. CHP bu programında ilk defa kimliklerin hiçbirinin diğerinden üstün olamayacağını, insanların bu kimliklerini onurla taşıyabileceklerini ifade etti. 2011’de seçimler için hazırladığımız Doğu ve Güneydou Anadolu için İktisadi Kalkınma ve Stratejiler raporu, en az o siyasi metinler kadar önem taşıyor. CHP’nin iki siyasi kimliği var, cumhuriyetçi bir gelenekten geliyor, sosyaldemokrat bir kimliği var. İkisini de CHP’nin eşzamanlı olarak taşıması gerekir. Biz, çözüm için platform meclis olmalı, dedik, AKP önerimizi reddetti. AKP’nin malum çözüm süreci devreye girdi sonra. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bu yasa gündeme geldi, zamanlama manidar gerçekten. Bizim çatı adayına destek verenlerin toplamı 19 milyon, AKP’nin toplamı da 19 milyon. 30 Mart’taki katılım oranı olacaksa, seçimleri kazanacak kişinin 22 milyon oy alması lazım. 3 milyon oya bizim de ihtiyacımız var, AKP’nin de. Zamanlamanın manidar olması, bununla bağlantılı. 2. BDP heyeti İmralı’ya gitmişti, tutanaklarını Miliyet yayınlamıştı. Bu görüşmelerin bedeli olarak başkanlık rejiminin destekleneceği ifade ediliyordu. Şimdi o günlere geldik. ”

Karayalçın, “Sorun aslında Kürt sorunu değil, Türk sorunu, hepimizin sorunu, demokrasi sorunu, birlikte yaşama sorunu. Hangi tavizleri versek, neleri koprasak meselesi değil, nasıl birlikte yaşayabiliriz. Bunun için de herşeyi konuşabiliriz, eğitim konusunu da tartışabiliriz. Yeter ki cumhuriyetin altın üçgeni değişmesin. Üniter devlet içinde, ulusun bütünlüğü, yurdun bölünmezliği içinde nasıl ortak yaşayabiliriz, soru bu olmalı” görüşünü dile getiriyor. Karayalçın, demokratik özerklik talepleriyle ilgili olarak da “Anayasa ve yasalara göre yerel yönetimler zaten özerk. Karar organları seçimle geliyor, kendi gelirlerini bütçesini hazırlıyor. Bu ikisi özerkliği özetliyor zaten. Türkiye'de yerel yönetimlerin çok güçlü olduğu bir dönemin içideyiz. Ama AKP tarafından çok ağır bir vesayest uygulanıyor. Asıl bu vesayete hayır denmeli” görüşünü dile getiriyor.
----

Rıza Türmen: CHP; Kürt seçmen için umut olabilir

“Ne söylerseniz Türkiye bölünür!...Türkiye karpuz mudur?”

CHP İstanbul Milletvekili Rıza Türmen, Kürt siyasetçilerin en sıcak baktığı, hatta Cumhurbaşkanı adaylığı bile önerdiği “CHP’li”. CHP’nin yeni adımlar atması ve yeni bir çerçeve ortaya koyması durumunda Kürt seçmenin “umudu” olabileceğini söylüyor. 1990 raporunun “o dönemde yenilikçi olduğunu” vurgularken, “Ama artık köprülerin altından çok sular aktı. Hala eski raporlarla gönderme yapmakla, onu yazarı olmakla övünülmesi bir şeyi gösteriyor; o günden bu yana söyleyecek yeni bir şey olmamış. Şimdi onu aşan bir söylem çıkarabilmeliyiz” diyor. Türmen, “Sorunu, bütün Türkiye’nin demokrasi sorunu olarak görmek gerekir. Bütün Türkiye demokratikleşmeden, Kürtler demokratikleşmez. Kürtlerin demokratik talepleri yerine getirilmeden de Türkiye’nin demokrasi sorunu çözülmez” görüşünü dile getiriyor.

Türmen’in çözüm sürecinde CHP’nin atması gereken adımlar, genel af ve diğer taleplerle ilgili sorularımıza verdiği yanıtlar özetle şöyle:

.İmralı ile görüşmeleri ancak HDP’liler gittiğinde öğrenebiliyoruz. Devletin denetimi altında, müebbet hapse mahkum bir kişi Öcalan. Kürtlerin seçilmiş temsilcileri var burada, muhatap onlar olmalı. HDP muhatap olursa taraflar belli olur. HDP ister İmralı’yla görüşür, ister Kandil’le görüşür, getirir masaya koyar.
.Genel aftan önce başka talepler var, anadilde eğitim, eşit vatandaşlık. Eşit vatandaşlık olmadan bu işi götüremezsiniz. Kürtleri dışlamayan, hiçbir etnik grubu dışlamayan, hiçbir etnik grup üzerinde egemenlik kurmayan bir vatandaşlık tanımı yapmanız lazım.
.“Demokratik özerklik” diyorlar, içi ne olacak bilmiyoruz. Kavramsal olark reddetmemek, içinde ne olacak konuşmak lazım. Yerel yönetimlerden biz de şikayetçiyiz. Giderek merkezileşen bir yerel yönetim anlayışı var. Başkanınız AKP’li değilse iş yapmanız çok zordur. Tabi ki Yerel Yönetimler Şartı, oradaki çekincelerin kaldırılması önemli bir adımdır. “Demokratik özerklik” ne konuşmak lazım. Peşinen reddedilecek şey değil. Bu korkudan vazgeçmek lazım, ne söylersiniz Türkiye bölünür! Ana dilde eğitimi kabul ederseniz bölünür, ademi merkeziyetçilik yaparsanız bölünür...Türkiye karpuz mudur?

.CHP Güneydoğu’da yok. Böyle birşey olabilir mi? Eğer siz AKP’yi aşan bir özgürlükçü söylem geliştirebilirseniz Kürtler niye CHP’ye yaklaşmasın? Genel Başkanın Diyarbakır gezisi çok önemliydi. Yasal zemine oturmalı, eşit vatandaşlık olmalı, ana dilde eğitim siyasetçilerin işi değil pedagogların işi, dedi. Biz içi boş olmasına rağmen süreç yasasını ilkesel olarak destekledik. CHP’nin tavrında bir değişim var. Aslında baskı, tahaküm rejimi getiren bir AKP’nin Kürtlere demokrasi getirmesi mümkün değil. CHP’nin gerçekten işin özünde bir şeyler yapabilme imkanı var. Amaç, bütün etnik grupların, bütün dinsel inançların, bütün farklılıkların beraber yaşayabileceği ortak bir zemin bulmaktır. Bunu en iyi biz bulabiliriz. Yeni bir Kürt raporuyla bir değişim, beraber yaşama çerçevesi ortaya koymamız lazım. Hem Kürtlerin, hem de Türklerin kabul edebileceği bir irade ortaya koymamız lazım.

.Şu hesap yanlıştır; biz ne yaparsak yapalım Kürtler bize oy vermeyecektir. İrade ortaya koyabilirsek, bir ortak çerçeve yaratabilirsek biz itici güç olabiliriz. AKP’nin ilerisinde olup, AKP’ye itici güç olabilmemiz gerekir. Kürtlerin CHP’ye karşı bir eleştirel bakışı var. Ama o bakışta bir beklenti de görüyorsunuz. Onların da AKP’ye fazla bir güveni, inancı yok. CHP böyle bir rol oynayabilirse Kürtlerin umudu olabilir, oy ondan sonra düşünülebilecek bir şeydir. CHP içinde değişik görüşler olması, CHP’yi hareketsizliğe sevketmemeli. Bunu mu kızdırırım, onun mu ayağına basarım, temel kaygı olursa CHP politika üretemez. Artık CHP’ye karşı yeni bir hava var, bir umut , bir değişim var. CHP, Kürtlerin taleplerini gözönünde tutabilen bir söylem geliştirebilse onlar da CHP’ye çok daha yakın olurlar.

.Ana dilde eğitimde pedagogların söylediği önemli. “Çocuğun üstün yararı” açısından bakmak lazım. Evinde hangi dilde konuşuyorsa o dilde eğitime başlaması lazım, der pedagoglar. Çift dilde eğitim, birçok Avrupa ülkesinde var. Anadilinde öğretiyorsunuz, sonra resmi dile geçiyorsunuz. Türkçe resmi dildir, devletin Türkçe öğretmek yükümlülüğü vardır ama Türkçeyle birlikte Kürtçe de eğitim yapılabilir. Çift dilli eğitim yapılabilir.
--------

Levent Gök: Çözüm için derinlikli ve değerli bir duruş sergiledik


CHP Ankara Milletvekili Levent Gök, IRA modelini incelemek için İngiltere’ye giden heyette yer aldı, Uludere komisyonunda etkin bir milletvekili olarak görev yaptı. “Kürt sorununun çözümü konusunda herhangi bir dayatmanın ötesinde, kendi yurttaşlarımız diye benimsediğimiz Kürt kökenli yurttaşlarımızın taleplerini demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi evrensel ilkeler çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Biz cumhuriyeti ortak ve eşit koşullarda beraber kurduk. Kimi zaman uygulamadan kaynaklanan olumsuz tutumlar ve 12 Eylül’den sonra başta anadilde getirilen yasaklar işi karmaşıklaştırdı” diyor. Çözüm sürecinde CHP’ye düşenler konusunda da şu görüşleri dile getiriyor:

.CHP, bu konular üzerinde diğer partilere göre daha fazla kafa yoran bir parti. Kürt siyasetinin demokratik ve meşru yollardan parlamentoya girmesi için barajın indirilmesi tekliflerimiz AKP tarafından defalarca reddedildi. Faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması, boşaltılan köylere geri dönüşlerin hızlanması, koruculuğun kaldırılması, Diyarbakır cezaevinin demokrasi ve insan hakları müzesi olması, hasta mahkumların durumu, Uludere katliamının aydınlatılması gibi pek çok konuda CHP çarpıcı, adalete ve vicdana seslenen çalışmalar yaptı.

.Yaklaşık 1.5 yıldır Doğu ve Güneydoğu’da kan akmamasını değerli buluyoruz. Meclise getirilen yasa sadece Bakalar Kurulu’na yetki veren bir yasa olmasına karşın, kan akmasın diye çok derinlikli ve değerli bir duruş sergiledik. Kan akmasına engel olacak hiçbir çalışmanın önünde engel değiliz. Elbete cumhuriyetimizin değerleri var, ulusal bütünlüğümüz var. Ama hükümete de bu sorunu çözme konusunda engel teşkil etmeyecek bir duruş sergiliyoruz.

.Biz IRA olaylarını inclemeye gittiğimizde Tony Blair’in baş danışmanı Jonathan Powel, “Bu sorunları çözmeye başlamak bisiklete binmeye başlar, pedal çevireceksiniz, çevirmezseniz, düşersiniz” dedi. Hükümetin bisiklete bindiğini, ama bir süre sonra pedal çevirmeyip bisikletten düştüğünü biliyoruz. Biz diyoruz ki; ortak sorumlulukla hep beraber pedal çevirelim. Kürt kökenli vatandaşlarımızın en ileri demokrasilerde hangi haklardan faydalanılıyorsa o haklardan faydalanmalarından yanayız. Ama toplumdaki bir bölünme paronayası -ki haklı bir korkudur- bu provakasyona yönelik kışkırtıcı açıklamalara karşı çok samimi, içten görüşmeler yapmalıyız. Samimi korkuları giderdiğimiz zaman ancak çözüme gidilir.

.Çözüm sürecinde HDP muhatap olmalı. Akil insanlar görüşmek istedikleriyle görüşebilirler. Hükümet bu yasayı geçirmekle bu işi çözeceğine sanıyorsa yanılıyor. Biz engel değiliz, değerli bir duruş sergiliyoruz, ama ne olup bittiğini bilmek hakkımız.

.Suça karışmamış kişilerin evlerine dönmelerinden hepimiz memnun oluruz. Normal siyasi platformu kullanmaları en doğru seçenek. Hükümetin getireceği tasarılara bakacağız, ama önemli olan toplumun tüm hassasiyetlerini gidereci ortak paydayı en iyi nerede buluruz, orada uzlaşmaktır. Çözüme engel olmayan, ihtiyatlı bir bakış içindeyiz.

.1990 raporu çok önemli, kimsenin Kürt kelimesini ağzına alamadığı bir ortamda yazıldı. Ama şimdi CHP, 1990 raporunun gerisinde değil. Algı operasyonu var. Uludere’de verdiğimiz mücadeleyi eğer başka partilerde verene varsa sözlerimi geri almaya hazırım. Biz samimiyiz, Kürt yurtaşlarımız da Erdoğan gerçeğini bilmek, kaç defa yolda bırakıldıklarını hatırlamak zorunda. Kürt kökenli yurttaşlarımız demokrasi sorununu tüm Türkiye açısından görmelidirler. Erdoğan seçeneğini tercih ettikleri zaman demokrasiye ulaşacaklarını sanıyorlarsa ciddi bir yanılgı içindedirler. Erdoğan denenmiştir, sabıkaları olan bir kişidir.


Oğuz Oyan: Kürtçe seçmeli ders olabilir


CHP’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde çalışmalar yapan heyetine başkanlık yapan İzmir Milletvekili Oğuz Oyan, “SHP’nin 1990 raporu bir milat, ama bugün büyük ölçüde aşıldı” diyor. Bu rapordan sonra ikinci bir adım atılarak Kürt kimliği ile milletvekillerinin Meclise girdiğini anımsatan Oyan, “Kürt siyasi hareketi bu fırsatı iyi değerlendiremedi. Erdoğan’ın mirasçısı olduğunu söylediği sağ hareketler de bunu çok istismar etti” dedi. Oyan, çözüm sürecinde muhatap tartışmalarıyla ilgili olarak “Biz iktidarda olsaydık İmralı’yla görüşmezdik, özgürlüğü kısıtlı bir hükümülyle ve bir istihbarat teşkilatı üzerinden bir ilişki kurmayı ve bunun üzerinden bir çözüm süreci oluşturmayı doğru bulmazdık. Muhatap HDP olmalı” diyor. “Öcalan’a ev hapsi”nin gündeme gelebileceği söylentileriyle ilgili soruya da “Ceza hukuku açısından zor, siyasi ortam açısında zor. AKP açısından da zor” karşılığını veriyor.

Oyan’ın çözüm süreci ve CHP’nin tavrıyla ilgili sorularımıza yanıtları şöyle:

.17 maddelik Özgürlük ve Demkorasi bildirgemiz var. Doğu seferimizde heyetler olarak 4 madde daha ekledik, bu maddelerden bazılarının türevleri olarak. Bunlardan biri, ana dilin devlet okullarında seçmeli ders olarak okunmasının sağlanması. Bu, resmen parti kurullarından geçmiş değil. Ben kişisel olarak diyorum, henüz parti demedi. Partinin çizgisi bugün özel okullarda eğitmdir, ama, burada kalacağım, ötesine gitmem, demedi. Yüzde koyarsınız o yüzdeyi aşan talep olduğu zaman koyarsınız. Boşaltılan köylere geri dönüşün sağlanması, koruculuğun kaldırılması, Sivas Madımak otelinin utanç müzesi yapılması. Bunlar, partinin başka metinlerinde de var zaten.

.Hükümetin zaten varolan yetklilerini bir daha veren tuhaf bir yasa çıkarıldı. Şimdiye kadar sürdürüdğü bütün müzakere süreçlerini legalleştiren, hesap sorulmasını engelleyen ,bundan sonraki müzakerelerde hiçbir kamu görevlisinin, hiçbir siyasi kimliğin sorumlu tutulmamasına dönük bir girişim var. Bu, anayasaya aykırı bir düzenlemedir.

.Bu meseleninin barışçı yollardan çözülmesi konusunda CHP çok kararlı. Bu kararlılık, AKP’de olduğundan çok daha fazla. AKP samimi değil. Seçim dönemlerinde ateşkesi gündemde tutmayı başarıyor, vaatlerin büyük bölümü masa altından yapılıyor, muhtemelen Kürt siyasi hareketini cezbeden birtakım vaatlerde bulunulduğu için hareket AKP’ye çok daha yakın hissediyor kendini. Şimdi, ilk kez iki turlu bir seçim deniyoruz. Bu süreçte, bizim çok büyük bir olumsuzluk olarak gördüğümüz, büyük bir siyasi ahlak yoksunluğu olarak gördüğümüz “ver çözümü, al diktatörlüğü”ne doğru götürüyorlar. Aslında buna Kürt kökenli seçmenlerin de karşı olması gerekir. Bunun üzerine toplumsal barış, bütünleşme sağlanamaz. Bir ülkede demokrasi olmadan, bir bölgede demokrasi olmaz.

.Aşırı güçlenmiş bir Erdoğan, Türkiye’nin her kesimi için büyük bir tehdittir. Çok güçlenmiş ve yan desteklere pek ihtiyacı kalmamış bir kişinin kuracağı faşizan ortamda, insanların soluk alamayacağı bir ortamda bir bölgenin soluk alması mümkün değil. Kaldı ki bugünkü iktidarın bir sünni teokratik düzen kurma eğilimi dikkate alındığında, alevi Kürtler açısından tehditi düşünelim. Bu iktidar halen IŞIK ya da cihatçı hareketlerin tümüne sünni terörist örgütlerle olan duygusal yakınlığı, maddi destek zemini dikkate alındığında, üstüne Rojava va da PYD hareketine karşı IŞİK’i bir şekilde desteklendiğini, hatta Barzani üzerinden de o bölgeye baskı yapıldığı dikkate alındığıda, “Al Musul’u ver Kerkük”ü pazarlığı anımsandığında bunun ne kadar büyük bir tehdit olduğunu anlamamak için siyasi cahil olmak gerekir. Mesele Türkiye sınırlarında, Türkiye’nin toprak bütünlüğü içinde çözülmelidir.

.CHP; “demokratik özerklik” gibi kavramlarla hareket etmiyor. Bu kavramlarının içinin nasıl dolacağı bilinmiyor. Kürt siyasi haraketinden bazı simalar özellikle KCK ve Kandil’in üzerinden gelen birtakım görüşler bunu daha da ileriye taşıyor, federasyonu bile aşan bağımsızlık söylemleri dile getiriliyor. “Demokratik özerklik” denilen şeyin nerede başlayın nerede bittiği belli değil ve bunun hızla bir çözülmeye götürme riski vardır.

.CHP samimi olarak barış yoluyla çözüm istiyor, 90’lar tarzı bir iç savaş üzerinden çözüme kavuşulamayacağını söylüyoruz. Barışçı yollarla demokrasi çinde çözüm için her iki tarafa da görev düşüyor. Kürt siyasi hareketine de sorumluluk düşüyor. Kendi taleplerinin düzeyini Türkiye’de kabul edilebilir bir düzeye getirmeliler, taleplerinin düzeyini düşürmezlerse Türkiye’deki halkın sindirim kapasitesini aşan bir şey olur. Şimdiye kadar karşılıklı milliyetçiliklerin çarpışması çok olmadı, bunun kaşınmaması da gerekiyor.
---------------
1990 raporu: Anadil yasağı kalksın, Kürt Enstitüsü kurulsun
Baykal: Resmi politikaların yok saydığı Kürt sorunu


Rapor, dönemin SHP genel sekreteri Deniz Baykal başkanlığında Fuat Atalay, Hikmet Çetin, Cumhur Keskin ve Eşref Erdem’in yer aldığı bir komisyon  tarafından hazırlandı. Baykal, “sunuş” yazısında şu görüşleri dile getiriyordu:
“Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin başarıya ulaşabilmesi için tabu sayılan konuların bir bir ele alınıp açıklığa kavuşturulması gerekir. Arkadaşlarımızın ortaklaşa emeğinin ürünü olan bu çalışmada, Türkiye’nin demokratik bir toplumsal yapıya kavuşabilmesi için çözmesi şart olan Kürt sorununa, ilk defa iktidara aday kitlesel bir partinin uygulama programında yazılı bir belge ile yer veriliyor. Resmi politikaların yok saydığı bu konu önyargısız bir anlayışla, korkusuzca tartışılmadığı sürece toplumsal barışı sağlayacak siyasi programların ortaya çıkarılması olanaklı değildir. Türkiye, insanların dil, etnik köken, gelenek, kültür farklılaşmasını toplumun bütünlüğü içinde ortaya koymaktan korkmamalıdır. Devletin bu farklılaşmaları yasaklar koyarak engellemesi de özendirmesi de yanlıştır. Asimilasyona, var olan bir etnik yapıyı inkâra dönük yaklaşımlarla bu sorunun çözülemeyeceği artık anlaşılmalıdır.”
SHP’nin raporunda yer alan bazı saptama ve öneriler şöyleydi:
*Türkiye Cumhuriyeti bir din, mezhep, ırk ve kafatası cumhuriyeti değildir. Türkiye, etnik köken açısından çoğulcu bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla cumhuriyetimizin temel özelliği, onun bir siyasal bilinç cumhuriyeti olmasındadır. Bu zengin mozaiğin unsurlarından birini ya da birkaçını yoksayan anlayış ve politikalar gerçeklere uymaz ve kabul edilemez.
* SHP politikasında devlet, toplumdaki etnik farklılaşma ile mezhep farklılıkları ile ilgilenmez. Öyle bir farklılaşmada taraf tutmaz.
* Doğu ve Güneydoğu Anadolu sorunu da, Kürt sorunu da Türkiye'nin demokratikleşme ve demokratik haklar sorunu ile iç içedir. Nitekim sorunların yoğunlaşarak arttığı dönem, demokrasinin askıya alındığı dönemdir.
* Kürt kimliğini kabul ederek kendine “Kürt kökenliyim” diyen yurttaşlara bu kişiliklerine hayatın her alanında istedikleri gibi ve özgürce belirleme hakkına sahip olmaları olanağı sağlanacaktır. Bu çerçevede anadil yasağı ile ilgili her türlü yasal düzenleme yürürlükten kaldırılacak, yurttaşların anadillerinde serbestçe konuşabilmeleri, yazabilmeleri, öğretebilmeleri, bu dillerde değişik kültür etkinliğinde bulunmaları güvence altına alınacaktır. Anadil yasağının kalkması ile anadillerin yurttaşların yaşamında özgürce kullanılması ve bu dillerde yayın yapılması olanağı sağlanmış olacaktır.
* Toplumdaki değişik kültür ve dillerin topluma, tarihe ve kültürlere saygı anlayışı içerisinde akademik bir çalışma olarak araştırılması devlet eliyle düzenlenecek, bu amaçla araştırma birimleri, enstitüler kurulacaktır.
----------------------------------------------------------------------

CHP’nin 1999-2001 raporları
“Etnik duyarlılıklara demokratik çözüm”

CHP'nin 1999 ve 2001 yılında bugün de genel sekreter yardımcılığı görevini yürüten Algan Hacaloğlu başkanlığındaki komisyonlar tarafından hazırlanan raporlarında yer alan bazı değerlendirme ve öneriler şöyle:
• Anadil(ler), kültür alanının olgusudur. Resmi dil ise kamu alanının ve siyasal birliğin aracıdır. Anadil ile resmi dilin aynı olması her zaman mümkün değildir. Türkiye'nin resmi dili, anayasal dili, ortak dilimiz Türkçedir. Ancak ülkemizde anadili Türkçeden farklı olan milyonlarca yurttaşımız bulunmakta olup, bunlar arasında Kürtçe, Zazaca önemli yer tutmaktadır.
• Terör iç ve dış bölgesel boyutları olan bir sorundur. Kürt sorunu ise ülkemizin çok kültürlü toplum olmasından kaynaklanan bir “ülke içi demokrasi” sorunudur. Çoğulcu demokrasi içinde, etnik duyarlılıklara demokratik çözüm anlayışıyla aşılması gereken bir temel sorundur.
• Bölgede olağan hukuka geçilmelidir: DGM'ler kaldırılmalıdır. Milli Güvenlik Kurulu'nun anayasal bir kurum olma özelliğine ve sivil otorite üzerindeki demokrasi ile bağdaşmayan üstün konumuna son verilmelidir. Köy koruculuğu tasfiye edilmelidir.
• Tüm siyasi görüşler özgürce örgütlenebilmelidir. Düşünce suç olamaz. Teröre doğrudan bulaşmamış olanlara genel af çıkmalıdır.
• Kürt kökenli yurttaşlarımız da dil, kültür, folklor ve kimliklerini koruma, geliştirme ve açıklayabilme kendi anadillerinde yazılı basın, radyo ve televizyon dahil her türlü medya aracılığı ile yayın yapabilme özel okullarda kendi anadilleri ile eğitim yapabilme Kürt dil ve kültürü üzerinde araştırma yapacak enstitüler ve benzeri kurumların kurulabilmesi haklarına kavuşmalıdırlar.
-------------------------------------------------------

CHP 2008 programı: Etnik kimlik şereftir”
“Asimilasyon değil, entegrasyon”

CHP'nin 2008 yılı Aralık ayında gerçekleştirilen program ve tüzük kurultayında kabul edilen “Çağdaş Türkiye için Değişim” başlıklı yeni programında şu görüşlere yer veriliyor:
“Etnik farklılıklar ülkemizin zenginliğidir. CHP, devletin etnik farklılıklar üzerine politikalar oluşturmasını benimsemez. Devletin görevi bütün etnik kimlikleri, din ve mezhep farklılıklarının üzerine çıkarak insanı odak yapan yaklaşımları ortaya koymak, ortak değerleri bulup çıkarmaktır. Ancak etnik kimliğini bireysel olarak vurgulamak isteyenleri saygıyla karşılar ve etnik kimliği insanların şerefi sayar. Asimilasyon değil, entegrasyon öngörüyoruz. Her etnik kökenden yurttaşımızın kendi özgür irade ve talepleri çerçevesinde; kendi anadilini özgürce kullanabilmelerine, özel dershaneler veya kurslar gibi kurumlar kurarak anadillerini özgürce öğrenebilmeleri ve öğretebilmelerine kendi anadillerinde gazete, dergi, kitap yayımlamaları ve diğer her türlü yazılı ve sözlü yayında bulunabilmelerine, müzik ve sanatın diğer dallarında faaliyette bulunabilmelerine Türkiye sınırları içinde yayın yapan radyo ve televizyon kurum veya kuruluşları üzerinden RTÜK'ün genel kuralları çerçevesinde kendi anadillerinde yayın yapabilmelerine değişik kültürel etkinliklerde bulunabilmelerine, kendi folklorlarını yaşatabilmeleri ve geliştirebilmelerine, tüm bu ve benzeri bireysel kültürel haklara özgürce ve dilediğince ulaşabilmelerine olanak tanımayı çağdaş demokrasi anlayışının gereği sayar.”
----------------------------------

Kılıçdaroğlu’nun “Özgürlük ve Demokrasi Bildirgesi”

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçtiğimiz yıl açıkladığı 17 maddelik “Özgürlük ve Demokrasi Bildirgesi”nde yer alan öneriler şöyle:
Yüzde 10 seçim barajı kaldırılsın. Demokrasi ve insan haklarının önündeki engelleri temizleyelim. Milletin vekillerini liderler değil, millet seçsin. Düşünceyi ifade ve inanç özgürlüğü güvence altına alınsın. Toplantı, gösteri ve örgütlenme özgürlüğü geliştirilsin. Din ve vicdan özgürlüğü korunsun, her inanca eşit imkan tanınsın. Basın özgürlüğü sağlansın. Tutuklu siyasetçi, gazeteci, öğrenci ayıbına son verilsin. Özel Yetkili Mahkemeler kaldırılsın. Yeniden yargılama yolu açılsın. Halkın vekillerine özgürlük verilsin. Gizli tanık hukukuna ve yasadışı dinlemelere son verilsin. Faili meçhul cinayetler çözümlensin. Nevruz resmi bayram olsun. Uludere katliamı aydınlatılsın, hesabı sorulsun. Diyarbakır’a cezaevi değil, müze yapılsın. Mayınlı araziler temizlenip köylülere verilsin.
-------------------------------
27-28-29 Temmuz 2014 tarihlerinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlandı

30 Haziran 2014 Pazartesi

HDP Eş Başkanı Figen Yüksekdağ


“Paketle yumuşama, pazarlık olmaz”

“Çözüm tasarısı devrim değil, kazanım”

‘Devrimleri hükümetler yapmaz, halk yapar’



ANKARA - HDP Eş Başkanı Figen Yüksekdağ, Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili olarak “İkinci turda boykot da seçeneklerimiz içinde ama peşinen ilan edilmez” derken; adayların tavrını, söylemlerini dikkatle izleyeceklerini söyledi. Yüksekdağ, “İkinci turda Erdoğan’ı desteklemeyiz, diyebiliyor musunuz” sorusuna “Zaten sayın Erdoğan şu an seçenek dışı. Erdoğan’ın siyaset dili, tarzı ortada. Aslında, desteklememe fikrimizin daha belirgin olduğu bir seçenektir” yanıtını verdi.

HDP Eş Başkanı Figen Yüksekdağ lise mezunu. Bazı dergilerde ve gazetelerde “siyasi gazetecilik” yapmış. Son dönemde, Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) Genel Başkanıydı. Yüksekdağ’la Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve çözüm paketi, “Gezi dersleri” “Türkiye partisi olamama” ve “sınıf değil, kimlik siyaseti” eleştirilerine yaklaşımı, Abdullah Öcalan'ın kongreye gönderdiği mesajdaki "TİP örneği" , kadın cinayetleri ve “annelerin bile 'çocuklarının dağa kaçırıldığını söyleyenler' ve 'Barış Anneleri' diye bölündüğü” bir Türkiye’ye bakışıyla ilgili olarak sohbet ettik.

İkinci turdaki tavır: Biz, kendimizi “3. yol” olarak tanımlıyorduk. Aslında 2. seçeneğiz. İhsanoğlu ve Erdoğan aynı sağ muhafazakar siyasi çizgiye dayanıyorlar, birbirlerinden çok farklı değiller. Sayın İhsanoğlu’nun Erdoğan’ın çizgisinden daha farklı şeyler söylemesi gerekir ki ikinci bir çizgiye geçsin, söylemlerini dikkatle izleyeğiz. MHP’nin de desteklediği bir aday olarak, çözüm tasarısı konusunda nasıl tavır alacak, bu bizim açımızdan önemli güncel parametrelerden biri. Sadece kardeşlik tanımlamaları yapmak Kürt sorunun çözümünde belirleyici bir nitelik taşımıyor. İkinci tura kalan adayların HDP’nin dayandığı bütün ezilen kesimlerin taleplerini görebilecek, gönlünü rahatlabilecek bir duruş sergilemesi gerekiyor, bizi anlaması gerekiyor. İki adayda da böyle bir profil, böyle bir vizyon henüz yok. İkinci turda boykot da seçeneklerimiz içinde ama bugünden ilan edilmez.

Paket devrim değil, kazanım: Bu paket bir kazanımdır, bir devrim değil. Devrimi hükümetler yapmaz, halklar yapar. AKP hükümeti tarafından paketlenip altın tepside sunulmuş bir lütuf değildir. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde bir rüşvet teklifi mi gibi algılar var. Abes tartışmalar bunlar. Bu konu, herhangi bir pazarlığın, yumuşamının, alışverişin konusu haline getirilimez. Belirleyici olan bundan sonra atılacak somut adımlardır. Demokratik özerklikten, ana dilde eğitime, hasta tutsakların bırakılmasına, demokratikleşmenin önündeki diğer engellerin kaldırılmasına dek atılması gereken bir dizi adım var.

Koalisyonlar değil, kitle partisi: Her platformda fermuar sistemi güvencesiyle tam eşitlik uygulanıyor, bir kadın, bir erkek. LGBTİ’ler için fermuar sistemi yok ama gayri resmi bir kotamız var, ezilen kesimlerin, inanç gruplarının temsiliyetini önemsiyoruz. HDP’yi siyasetlerin koalisyonu olmaktan çıkarıyoruz. İlk başta bir yandan siyasetlerin koalisyonu, diğer taraftan çok geniş bir mücadele alanının platformuydu.  Bugün de o koalisyon zeminini  korumaya çalışıyoruz, ama giderek HDP'yi bileşenlerden daha fazla bir kitle partisi yapmak istiyoruz.


Sınıf-kimlik mücadelesi: Kimlik mücadelesi, bugün Türkiye demokrasisindeki temel mücadele alanı. Türkiye demokrasisinin önündeki en temel engeller nedir, diye sorduğumuzda ilk çıkacak cevaplardan biri, kimliklerin, kültürlerin  tanınmaması sorunu. Şu an yoksulluk, emek-sermaye çelişkisine dayanan sorun elbette bakidir, ama bugün eğer insanlar Gezi isyanı başta olmak üzere kimlik için sokağa çıkmaya, isyan etmeye devam ediyorsa sınıfsal genellemeler durumu açıklamaz. Sadece sınıfsal nedenlerle ezilmek değil, kimliğinden dolayı çeşitli nedenlerde ezilen kesimler var. Sadece Kürtlerin kimlik sorunu yok ki, Türklerin de var. Alevi toplumu niçin Gezi hareketinde bu kadar öne çıktı? Alevi kimliğinin, faşizan bir baskı altında ezilmesi bir kimlik isyanı değil miydi? LGBTİ’lerin, kadınların isyanı çok kitleseldi. “Yaşam biçimine müdahele” dediğimiz nedir? Kendini ifade etme, özgürlük tarifidir.

Gezi dersleri: O süreç içindeki eksikliğimiz şuydu, bu harekete geç adapte olmaktı HDK bileşenleri olarak. Ama, HDK’yı oluşturan bileşenler, örneğin ben ESP Genel Başkanıyım, ilk gününden itaberen Gezi’deydik. “HDK” adıyla bileşik yapısıyla Gezi’ye müdahele etmekte geç kaldık, ama bileşenler olarak o hareketin her yerinde vardık. Ayrıştırmaya dönük bir dil kullanılıyor. HDP niye yoktu, denmiyor, Kürtler niye yoktu, deniyor. Kürtler kim? Biz ‘Kürtler’ denilenin ta kendisiyiz.

TİP örneği: TİP o dönemde bir koalisyonun ürünüdür. Sol birikimin, emek birikimimin koalisyonunu, biraraya gelişini tarif eder, o dönemdeki devrimci gelişmelerdendir. İlk kadın genel başkan olarak Behice Boran’ı saygıyla anıyoruz. İşçilerin, emekçilerin demokratik, sosyalist sol koalisyonun oluşturması bakımından çok çarpıcı bir örnektir. Dönüm noktalarındandır, bir çentiktir. İkinci güçlü çentik de HDP’dir.

Kadın cinayetleri: İktidarın muhafazakarlığı, erkek egemen ideolojiye saplanıp kalmış olması kadına yönelik şiddeti, linci kışkırtıyor. Erkek egemen ideolojinin bütün agressif yanları hükumetin ve Başbakan'ın diline sirayet etmiş. Kadın cinayetleri, sadece Kürt coğrafyasında yaşanan bir durum değil, ülkenin her yanında yaygın. Tersine, Kürt coğrafyasında yaşayan kadınlar Kürt siyasetinin yarattığı hakemlik, müdaheleci siyasetle kendilerini düne göre çok daha güvencede hissediyor. Orada şiddete uğrayan bir kadın gider belediyeye şikayette bulunur, hızlı ve doğrudan bir yaptırım vardır. Batı’da kadınlar şiddete uğrayınca karakola gider, polis tarafından , git eşinle barış, diye geri gönderilir, öldürülür. Orada yerel yönetim, parti müdahele eder. Somut yaptırımlar var. Eşinin maaşına el konuluyor kadına veriliyor, çok eşlilik kabul edilmiyor, çok eşli birisi parti mekanizmalarında yer alamıyor, şiddet uygulayan erkeklere dönük çeşitli yaptırımlar var.

Annelerin bölünmesi: Kadınları bölen erkek egemen siyasetin elidir, biz kadınları birleştiren bir el olacağız. Çocukları dağa giden annelerle, çocukları askere giden anneler, birbirleriyle karşı karşıya gelen/getirilen annelerin barış ve çözüm için birlikte olması gerektiğini anlatacağız.

İktidar-cemaat kavgası: Hepsi gitsin. Türkiye’nin taşımak zorunda olmadığı yüklerdir. İktidar-cemaat kavgasında her iki kanat da kendi siyasi ikbalinin peşine düşmüş vaziyette. Şimdi, yolsuzlukları da unutturmaya çalışıyorlar.
--------------------
Cumhuriyet  gazetesinde  29 Haziran 2014 günü kısaltılarak yayımlandı.

23 Haziran 2014 Pazartesi

“Tarihle Söyleşiler”, solun tarihi için bir sözlü tarih çalışması...


İlk kitap Devrimci Yol hareketinin “yol”unu inceliyor..

Sosyalist solun vakanüvisliği” için yollarda

Cahit Akçam: “130 kişiyle konuştuk, 170 bin kilometre yol yaptık”



Türkiye solunun en kitselleşmiş hareketi olduğu vurgulanan Devrimci Yol hareketi ve “devrimci yolcuların” serüvenini anlamaya, anlatmaya yönelik kitaplara bir yenisi eklendi. Cahit Akçam ve Veli Sevil'in hareketin önde gelen isimlerin Ali Alfatlı, Ali Başpınar, Mehmet Ali Yılmaz ve Melih Pekdemir’le yaptıkları söyleşilerden oluşan “Tarihle Söyleşiler” kitabı yayımlandı. Kitapta hareketin 12 Mart ve 12 Eylül darbelerindeki tavrı, sol içinde yıllardır tartışılan “ordu gençlik elele, mili cephede” sloganları, 9 Mart- 12 Mart tartışmaları, 1980 askeri darbesi öncesi örgüte iletilen “darbe geliyor” uyarısı, “204 operasyonu”, yenilgi ve tartışma süreçleriyle ilgili tanıklıklar ve değerlendirmeler aktarılıyor.

Cahit Akçam ve Veli Sevil, Devrimci Yol çizgisinden geliyorlar, aynı davada yargılanmışlar. Cahit Akçam, 1988 yılında cezaevinden çıktıktan sonra yarım kalan öğretimini tamamlamış ve SBF'yi bitirmiş. Özgür Açılım Kolektif İnisiyatifi olarak uzun süredir belgesel çalışmalarını sürdürüyorlar. Yeni Çeltek, Tariş-Gültepe-Çimentepe direnişleri, Fatsa, Maraş katliamı ve 3 bölümden oluşan 12 Eylül Adaleti belgesellerini hazırlamışlar. Cahit Akçam, sözlü tarih çalışmasını başlatmalarının arkasında iki acı hikaye olduğunu anlatıyor 2005'te Ali Başpınar'la bir söyleşiye başlamışlar, ancak bir süre sonra bu yol arkadaşlarını kaybetmişler. THKP-C'nin mali saymanı Ziya Yılmaz'la bir sözlü tarih çalışmasına başlamışlar, sonra o da yaşamını yitirmiş. Akçam, “İki çok önemli tanığın tanıklıklarını kayıt altına alamadan onları yitirdik. Bunun üzerine 7 belgeselle sonuçlanmış olan yakın tarih çalışmamızı sözlü tarih çalışması şeklinde sürdürmemizin doğru olacağına karar verdik. Esas amacımız kayıt altına almak, bir tür vakanüvisliktir yaptığımız” diyor.

1960-1990 süreci içinde sol, sosyalist muhalefet içinde önemli görevler üstlenmiş kritik tanıklıkları olan insanların kendi hayat hikayelerini anlatmalarını istemişler. 130 kişiyle konuşmuşlar ve bu söyleşiler için 170 bin kilometre yol yapmışlar. İlk kitap Devrimci Yol hareketinin tarihine ışık tutuyor. Cahit Akçam, “Diğer kitaplarda da aynı çizgide mi sürecek, diğer sol örgütler de olacak mı” sorumuza şu yanıtı veriyor:

130 kişinin yüzde 70'i Devrimci Yol hareketinden gelen insanlar, kalan yüzde 30 THKP-C'nin bizzat o dönemde Mahir Çayan'ın önderliğini yaptığı hareket içinde yer alanların anlatımları. Orhan Savaşçı var bunların içinde, THKO, Halkın Kurtuluşu, TDKP çizgisinde olan oldukça fazla insanla görüştük. Bir müddet daha Devrimci Yol'un Devrimci Yol olmasında emeği olan insanlarla devam etmeyi düşünüyoruz, sonra diğerlerine geçeceğiz. En az 10 kitap çıkacaktır. İlk kitapta Devrimci Yol'da en üst düzeyde görev ve sorumluluk üstlenmiş kişiler var, ondan sonra ikinci halka var, 2. kitap onu içerecek. “

Yakın tarih üzerinde çalışmanın çeşitli açmazları var. Ne de olsa bu ortak tarih üzerinde Cahit Akçam, kendi kardeşi Taner Akçam'la bile aynı düşünmüyor. Yolları ayrılalı epey olmuş. Bunu anımsattığımızda “Onla da aynı bakmadığımız ortada. Söyleşi yaptığımız kişilerin yorumlarına katılıp katılmamam birinci planda önemli değil, Devrimci Yol hareketine çok ciddi emeği olan insanların neler yaptıklarını, bugün nerede durduklarını, düne, bugüne ve geleceğe nasıl baktıklarını insanların öğrenme ve bilme hakları var. O insanların da başkalarına saygısızlık etmeden, ötekileştirmeden görüşlerini paylaşma hakları vardır. Bugüne dair değerlendirmesi en sağlıklı olanlar, geçmişe de en sağlıklı değerlendirmeyi koyacaktır” diyor.

Cahit Akçam, Devrimci Yol hareketi için sıklıklıkla kullanılan “Orta yolcu” eleştirilerine “Devrimci Yol niye kitselleşti diye sorulsa, onun nedeni Devrimci Yolun Türkiyeli olmasıdır, Çin, Arnavutluk ya da SBKP tezlerinden herhangi birini kendisine adres olarak almamasıdır, derim. Yani bunların dışında bir yol çizmiş olmak orta yolculuk olarak yorumlandı. bu orta yolculuk güzel bir şey” karşılığını veriyor. Darbeden önce duyum-bilgi geldiği haberlerine dikkat çekerek yönelttiğimiz sorular üzerine de Akçam, “Bütün solun gelecek darbeye karşı ortak direnişi sağlanamadı. En fazla kitselleşmiş hareket olarak bunun başarılamamış olmasının sorumlusu biziz, diye açıkça özeleştiri yapıyorlar. Ne yazık ki, 80 öncesi sol içinde mevcut olan rekabetçilik, ben merkezcilik buna sebep olmuştur , Devrimci Yol da tümüyle bundan azade değildir herhalde” diyor.

Cahit Akçam, “Fatsa örneğinde yerel iktidarı yaşamış bir çizgiden geliyorsunuz. Gezi size ne hissettirdi” diye sorduğumuzda da şu yanıtı veriyor:
Gezi çıktı ah işte tamam halk kendi iktidarını kendisi kuruyor, falan diye düşünmedim. İlk olarak ülke çapında bu denli bir ayağa kalkışın yaşanması, hele hele devrimcilikle geçmiş bir hayatı olan insanların, herhalde o ölü toprağını kaldırmak mümkün olmayacak duygusuna kapıldıkları bir ortada hepimizi çok mutlu, etti, umutlarımızı tazeledi. O hareket 'yetti gari' hareketiydi. Hedefleri olan, planlı, örgütlü olan bir hareket değildi, bu da doğaldı, onun güzelliği belki de bu doğallığındaydı. Ama, başka Fatsalar da doğacak diye bir beklentim olmadı.

----
Senatör Ekrem Acuner'den darbe uyarısı

Kitaptan seçtiğimiz bazı bölümler şöyle:

DEV-GENÇ’in yerli malı haftası: (Ali Alfatlı’nın anlatımı) Yerli Malı Haftası. Atilla Sarp’ın başkan olduğu, Ruhi Koç’un sekreter olduğu DEV-GENÇ, 69 olabilir, yaz sonu yani okula yeni geldiğim günler, gidin işte ne kadar direklerde koka kola, pepsi kola, yabancı ne varsa indirin, reklam tabelalarını indirin. (...)Pepsi içmiyoruz, koka kola içmiyoruz, tamam. Adi bir gazoz var, Ankara gazozu diye, sarı, onu içiyoruz. Doğu Perinçek’in babası Ankara Gazozlarına ortakmış, Yerli Malı kampanyası o yüzden yapılmış diye bir söylenti çıkıyor. Bu sefer Ankara Gazozu’nu da boykot ediyoruz.

Üç fidan“a hortumlu, hunili çorba içirme girişimi: (Ali Başpınar'ın anlatımı) Deniz, Yusuf ve Hüseyin sanıyorum idam cezalarını protesto anlamında açlık grevine başladılar. O zaman bir hapishane albayı vardı, komutanı Mustafa Kemal Saldıraner, sürekli gelip gidiyor, ikna etmeye çalışıyor. Bunlar da “Yok, biz yemeyeceğiz!” diyorlar. “Sonuna kadar aç kalacağız, açlık grevine devam edeceğiz” 3 ya da 4. gün olabilir ya da daha fazla bir zaman; bir gün Mustafa Kemal Saldıraner, gardiyanlar, subaylar ellerinde hortum, huni ve çorbayla geldiler. Denizleri zorla boğazından besleyecek Saldıraner, çorba akıtacak. Epeyce bir uğraştı, sonra baktı ki böyle de bir çözüm yok, bıraktı gitti.

Senatör Ekrem Acuner’den darbe uyarısı: (Mehmet Ali Yılmaz’ın anlatımı) Tabii senatör Ekrem Acuner bizimle görüşmek istedi, görüşmeye ben gitmiştim. “Bir darbe olursa tavrınız ne olur” dedi bana. Ben de “Biz darbeye karşı çıkarız” dedim. “Yani direnir misiniz” dedi. “Direniriz” dedim. Gelişmelerin iyi gitmediğine dair bir şeyler söyledi. İşte dikkat etmek lazım falan gibi, bir şey anlatmaya çalışıyor ama dolambaçlı konuşuyordu, net konuşmuyordu. (...)Valla sonrasında “Acaba darbe olacak da ikazda mı bulunuyor” filan gibi bir şeyer konuştuğumuzu hatırlıyorum kendi aramızda. (....)Hatta herhalde arkadaşlarla da öyle bir sonuç çıkarmışız ki, biz bir süre sonra dergide yazı yazdık. Bir çağrı yaptık, “Maceracı eylemleri bırakın” gibi. İşte “daha birlikten yana olalım” türünden şeyler yazdık. O zaman bize bazı gruplar galiba Halkın Kurtuluşu'ydu “Yani siz pasifizm mi öneriyorsunuz” gibi suçlamalarda bulundular.
Sundance Kid’e alkış: (Melih Pekdemir Denizler’in idamından sonra ODTÜ’deki günleri anlatırken) Hiçbir şey olmuyordu. Yani 12 Mart kabus gibi çökmüştü üstümüze. En büyük politik eylemler, ne bileyim...Mesele Robert Redford’un bir filmi vardı, Sundance Kid diye, sonunda filmin iki kahramanı Latin Amerika ordusu tarafından kurşuna diziliyor. Filmin gösterimi tam 30 Mart Kızıldere katliamına denk düşmüştü,sinema salonunda korkunç bir alkış koptuğunu hatırlıyorum yani o tür tepkiler oluyordu.

Cumhuriyet’ten uyarı: (Ali Başpınar'ın anlatımı) Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Dev-Yol merkez komitesi üyesi iki kişi yakalandı” haberini de Cumhuriyet gazetesindeki duyarlı insanlar, Melih’le Nasuh’un yakalandığını sızdırıp geride kalanları uyarmak amacıyla yapmışlar. Gerçekten de o gece saat 11’de Oğuz o evden, onlardan ayrılıyor; onlar yakalanıyor.

Büyü bozuldu” sözü: (Melih Pekdemir’in anlatımı) Televizyonda bizim fotoğraflarımız yayımlanmaya başladığı zaman Oğuzhan Müftüoğlu baktı, dinledi: “Eyvah” dedi “Büyü bozuldu!” Çünkü o güne kadar, isimleriyle cisimleriyle bilinmeyen bir kolektif önderliği vardı hareketin. Ve Devrimci Yol'u da kendi kadroları gözünde halk kitleleri gözünde adeta biraz mitos hale getiren, onun bu kolektif önderliğiydi, yani şu ismin bu ismin , şucuların bucuların olmaması, sahiden de yumruklu yıldız peşinde giden bir devrimciler ekibi olmasıydı; işte “o büyü” bozulmuştu.
---------------------------------------------------------------------
Cumhuriyet gazetesi Pazar ekinde 22 Haziran 2014 tarihinde yayımlandı.


16 Haziran 2014 Pazartesi

HDP Şırnak Milletvekili Selma Irmak, 43 yaşında...Hayatının 8 yılı cezaevinde geçmiş...



Gökyüzünü, ayı parmaklıksız görmek çok güzel”

HDP Şırnak Milletvekili Selma Irmak, 43 yaşında. Hayatının 8 yılını cezaevlerinde geçirmiş. Konya Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde anaokulu öğretmenliği bölümünde 2. sınıf öğrencisiyken ilk kez hapse düşmüş ve üç yıl yatmış. Sonra, 2009 yılında bu kez KCK davasından içeri girmiş. “Diyarbakır Cezaevi”nden Özgür Gündem gazetesine yazılar yazmış. “Kadınsın sen evde kal”, “Nefertiti yaşamlar”, “İğne Deliğinden Atlar Geçirmek”, “Gezi Direnişi ve KCK davası” v.s. diye...
Babasını cezaevindeyken yitirmiş. İzinli çıkmış, ancak Derik’teki cenaze törenine katılmasına izin verilmemişti. Selma Irmak, cezaevinde en çok annesiyle sohbet etmeyi özlemiş, sonra gökyüzünü ve toprağı. Çıktıktan sonra bir gün yolda giderken arabayı durdurmuş, kıyıda bir yerde toprağa basmış. Selma Irmak’la TBMM’de AVM’ye benzeyen yeni binadaki “havalandırmaya” bakan odasında sohbet ettik. Duvarları gösterirken “5 yıl boyunca duvarlara baktım, haksızlık bu bana..” diyor.
Selma Irmak’ın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:
Uzun hapislik yıllarının bedellerinden biri de eğitim hayatınız oldu herhalde...Okul bitmedi, siyasetçi oldunuz...
Evet, çıktıktan sonra okula devam etmedim. Politikacı olmayı tercih ettim. Aslında derslerim iyiydi, beni severlerdi, haber yolladılar, gelsin diye. Ama o zaman bir kırılma yaşıyorsunuz. Nedensiz alınıyor ve cezalandırılıyorsunuz. Öte yandan yaftalanmıştım. Konya, yabancı değildi, çocukluğum orada geçti, ailem oradaydı. Sonra, Mardin Kızıltepe’ye döndüler. Ama okul faşist , sağ görüşlülerin çok olduğu bir üniversiteydi. Sol ve yurtsever görüşlü öğrenciler sürekli dayak yiyorduk. Dayak olayından sonra da, polis bizleri gözaltına alıyordu.
Özgürlük sizin için ne anlama geliyor?
Halen özgür hissetmiyorum. Çünkü çıktığım andaki duygum şuydu, geride bir çok insan bıraktım ve çıktım. Kapıyı onların üstüne kapattım çıktım gibi. Mutluluk suçluluk getiriyor. Gökyüzünü, penceresiz, parmaklıksız görmek, ayı parmaklıksız görmek, güneşin doğuşunu ve batışı görmek çok güzel bir duygu. Ama benim arkamda birileri var ve onlar görmemeye devam ediyor, o burukluk yaratıyor. Özgürlük çok insani, çok kadınca bir şey. Ben aslında orada da kendimi çok tutsak hissetmedim. Havalandırmamızda sarmaşıklarımız vardı, bitkileri, meyve kabukları çürüterek, çay ekleyip yaptğımız toprak vardı, orada çiçekler açtı, ben oturmuş kitap okuyordum bir gün, bir arı geldi, oradaki bütün çiçeklere dokundu, hepsini öptü geçti. O zaman dedim ki , işte özgürlük bu. Arı bir yaşam alanı buldu ve buradan bir yaşam parçası aldı götürdü.
Seçim kampanyası nasıl geçti? Seçildiğinizde “içeride” kutlama oldu mu?
Seçim organizasyonunuzun tümünü koğuş arkadaşlarınız yapıyor, sonra basından takip ediyorsunuz. “Selma Irmak seçim bürosu açıldı” haberlerini televizyondan izliyorsunuz! Silopili annelerin önünde benim posterlerim, çok duygulandım. Beni tanımıyorlar, bilmiyorlar, ama kucaklıyorlar posterimi. Halk çok güçlü bir mesaj verdi. Sizin terörist dediğiniz şeylere biz itibar etmiyoruz, kendi vekilimizi seçiyoruz. Operasyonların haksız ve hukuksuz olduğu ve vicdanlarda beraat ettiğimizin en açık göstergesi seçilmemiz.
Tutuklu bazı milletvekilleri bırakıldı, siz sona kaldınız...O günler nasıl geçti?
Arkadaşlar üç sefer benim için bisküvilerden pasta yaptılar, şarkılar, skeçler, eğlence. Ama sonra, artık pasta masta yapmıyoruz, çıkacağın yok, dediler, giysilerimi dağıttım arkadaşlara, tahliye yok, diye. Mustafa Balbay tahliye olduğunda bizim koğuşta da neşeli anlar yaşandı. Bir umuttu tabi, sonra burukluk yaşandı. Özellikle aileler üzerinde etki yaratıyor. 6 kardeşiz. Ben en büyük kızım, Anadolu'da ana-kız derler benim gibi çocuklara. Annemin benim desteğime çok ihtiyacı vardı, cezaevinden çıkacağım umudu onu ayakta tutuyordu. Ama o hale geldi, artık inanamıyordu, ben tahliye olunca, söylemişler, inanmamış. Umut yükseliyor, sönüyor...
MHP'li Engin Alan, “BDP’liler yararlanacaksa ben 100 yıl içeride kalayım” diyor. Siz, cezaevindeyken onunla da bir “duygudaşlık” içinde hissettiniz mi kendinizi?
Duygudaşlık demek bu konuda biraz daha zordur ama şunu söyleyeyim. Avrupa Parlamentosu’ndan bir grup parlamenter gelmişti, sol partilerden. Partimizde şu tartışmayı yürüttük; acaba biz sağ, milliyetçi bir partinin milletvekilini de ziyaret edelim mi etmeyelim mi siz ne dersiniz, diye sordular. Ben de dedim ki; hak ve hukuk herkes içindir, görüşlerimiz birbirine çok zıt olabilir, dışarda kıyasıya bir mücadele ediyor olabiliriz ama şu an koşullar benim için de Engin Alan için de aynıdır. Ben kendim için ne istiyorsam onun için de istiyorum. Engin Alan’ın söylemi daha öfkeli , iyi olmayan bir tutum. Onun meşrebine bırakıyroum. Ancak onu da seçen insanlar var, onun da bırakılması gerekir. Cezaevinde kalması hukuksuzluktur.
Size ilk geçmiş olsun diyenlerden biri Mustafa Balbay’dı. MHP’lilerden “geçmiş olsun” diyen oldu mu?
Balbay ilk gelen vekillerden biriydi, sohbet ettik. Cezaevinden çıktıktan sonraki demeçlerini de dinlemiştik. Haberal gelmedi. MHP’den kimse “geçmiş olsun” demedi. Kuliste bir MHP milletvekili geldi, ne kadar kaldınız, falan dedi. Bu, utangaç bir “geçmiş olsun” herhalde...
Meclis’i nasıl buldunuz? İlk izlenimleriniz neler?
Doğrusu meclisi çok soğuk buldum. Kendinizi farklı, yabancı hissediyorsunuz, çok sıcak bir ortam değil. O mekan sanki insanları değiştiriyor. Uzlaşı, tartışma ve müzakereden uzak bir ortam gibi geldi bana. Bir sürü kamera var, göz var...İzlendiğini, gözlendiğini bilmek insanı geriyor.
Kadın bir Cumhurbaşkanı istekleri dile getiriliyor. Biyolojik kadınlık yeterli mi?
Biz “kadın veya kadın zihniyetinde olan bir erkek” diyoruz. Ben feminist görüşleri de olan biriyim. Sadece biyolojik anlamda kadın olmak yetmez, önemli olan zihniyettir. Bu sistemi kadını da erkeği de kirletiyor. Kadın da iktidara bulaştığında kirleniyor.
Mecliste diğer kadın milletvekilleriyle ortak bir şeyler yapma şansı var mı?
Biz açığız. Kadın bakışı açımız çok sağlam, pozitif. Çok istiyoruz birlikte bir şeyler yapmayı, ancak ne yazık ki aynı karşılığı alamıyoruz. AKP’li Fatma Kotan şiddete maruz kaldığında “Kadına şiddet meclise kadar yükseldi!..” diye yazı yazdım cezaevinden. Benim nezdimde şiddet mağduru bir kadındır, yanında olmak görevimdi. Çıktıktan sonra gelip bir “geçmiş olsun” demesini beklerdim...Hiç görmedim.
Çözüm konusunda AKP’den halâ umutlu musunuz?
AKP’den değil aslında, sistemle devletle olan görüşmeler var. AKP’den önceki hükümetlerin bu konudaki tutumları hep daha ketum ve daha şidddet yanlısıydı. AKP şiddetten yana değildir, anlamında söylemiyorum ama çözüm ve müzakereye en azından giriş yapan AKP’dir. Belki bu umut yaratıyor. Ak Parti’den beklentimiz de yok, biz kendimiz yaratacağız umudu. Umudu tüketmek çok lüks, o lüksümüz yok. Kürt sorunu artık bellli bir noktada, artık çözüm üretilebilir. Şiddet artık bu saatten sonra gereksiz, can acıtan bir noktadadır. Öncesi gerekli miydi diye söylemiyorum ama artık çözüm yoluna girdik. Bu kayıplar artık daha fazla can yakıyor. Bunlara “barış şehitleri” de diyebiliriz. Barış sürecinin ölmemesi gereken insanları, diyebiliriz.

-------------
Cumhuriyet Gazetesi Pazar  ekinde 15 Haziran 2014 tarihinde yayımlandı.

3 Mart 2014 Pazartesi

Felsefeci Prof.Dr. Yasin Ceylan iktidar-cemaat kavgasını değerlendirdi




"İki taraf da oportünist"

"'Yetmez ama evet'çiydim, pişmanım"



ODTÜ Felsefe bölümünden Prof. Dr. Yasin Ceylan, AKP-cemaat kavgasını, “iktidar-güç savaşı” olarak değerlendirirken, “İki taraf da oportünist. Cemaatin rejimin içine sızıp devlet hiyerarşisi dışında kendi hiyerarşisini yaratması gayri ahlakidir, suçtur. Ama buna göz yuman, rıza gösteren iktidar da suçludur. Bu kavganın sonunda cemaat kaybedecek” dedi. Ceylan, davet edildiği bir yurtdışı seyahatinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’“militan İslamlaştırma” girişimlerinden duyduğu rahatsızlığı aktardığını da anlattı.

Yasin Ceylan, ilahiyat kökenli, teoloji temel ilgi alanlarından biri. EDP, Yeşiller Sol Gelecek Partisi kurucularından. Referandumda, “Yetmez ama evet” demiş. Bugün, “Pişmanım. HSYK’ye bu kadar cemaatin sızacağını, hukuku ele geçireceklerini, bu kadar insana zulmedeceklerini nereden bileyim?”diyor.

Ceylan, bir yıl önce yazdığı bir yazıda, “Gülen cemaatinin kamusal alanda güç mücadelesi, İslam dinine zarar veriyor. Şu anda maddi nesnelere dayanan davaları, her an çökebilir” diyordu. Bugün iktidarı da “AKP dinci bir partidir. 90 yıldır laik bir ülkenin tekrar İslami kültüre dönmesi çok tuhaf bir olaydır” diye eleştiriyor.

6 Ocak 2014 Pazartesi

Siyaset bilimci Doç.Dr. Galip Yalman: Organik aydınlar AKP'ye misyon yükledi


Türk Sosyal Bilimler Derneği Başkanı, siyaset  bilimci Doç.Dr. Galip Yalman,  AKP'yi ve Gezi eylemlerini değerlendirdi

“Organik aydınlar AKP’ye misyon yükledi”

“AKP değişmedi, bazı aydınlar ona misyon yükledi”

“Sınıf temelli siyaset itildi, kimlik siyaseti öne çıkarıldı”


ANKARA-Türk Sosyal Bilimler Derneği Başkanı, ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi öğretim üyelerinden Doç.Dr. Galip Yalman, “organik aydınların 12 Eylül düzeninden ülkenin kurtarılması için ‘normalleşme’ diyerek AKP’ye misyon biçtiğini” ifade ederken, “sınıf temelli siyaset yerine, kimlik siyasetinin öne çıkarıldığını” vurguladı. Yalman, Gezi direnişi sonrasında AKP’ye yönelik eleştirilerin artmasıyla ilgili olarak “AKP hiç değişmedi” görüşünü dile getirdi ve Gezi’nin sandığa yansıması için de “CHP’nin sorumluluk yüklenmesi gerektiğini” söyledi.

Türk Sosyal Bilimler Derneği tarafından düzenlenen 13. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi geçtiğimiz günlerde ODTÜ’de gerçekleşti. Siyaseti “merkez-çevre” “askeri-sivil vesayet” “statüko”, “eski-yeni orta sınıf” gibi kavramlar üzerinden okumak yerine; gerçek bir demokratikleşme için “sınıf temelli siyaset” yollarının açılması gereği üzerinde duran Doç.Dr. Galip Yalman ile sohbet ettik. Sorularımız ve yanıtları şöyle:

Şerif Mardin, 40 yıl önce “Merkez-çevre ilişkileri: Türk siyasetinin anahtarı mı?”  diye sormuştu. AKP çevrede, merkezdeki Kemalist elitistler merkezi çevreye karşı koruyor, gibi değerlendirmeler çok yaygındı. Sizin buna karşı olduğunuzu ve hatta “muhalif ama hegemonik” tezini savunduğunuzu biliyoruz.  AKP’yi bu tez çerçevesinde nasıl okumalıyız?  

Türkiye’nin tarihsel gelişme sürecini, devlet merkezli ancak anti-devletçi perspektiften değerlendiren, akademik yazında devlet geleneği diye de bilinen bir yaklaşımdan beslenen bir söylemin, 1980 sonrasında Türkiye kamuoyunda kazandığı konumu “muhalif ama hegemonik” olarak tanımlamıştım. Söylemin muhalif görünmesi topluma hükmeden, gücü kendinden menkul bir devlet imgesine karşı tavır almasından; hegemonik olması ise bu imgeyi gerçekliğin kendisi gibi gösterdiği ölçüde tartışma gündemini belirlemesinden kaynaklanmaktaydı. Şerif Mardin hocanın merkez-çevre metaforu ile tanımladığı, Türkiye’ye özgü,  toplumun taleplerine duyarsız kalan ceberrut devlet modelini kullanarak, Türkiye’nin siyasal yapısı üzerine yapılan çeşitlemeler yaygınlaştı. 12 Eylül düzeninin 82 anayasasında belirginleşen genel çerçevesiyle sınıf temelli siyaset yapmak adeta anayasa dışına itilmişti. 90’lardan itibaren iki temel mücadele ekseni ortaya çıktı. Laiklik-İslam, Kürt meselesi. Sınıf temelli siyasetler yerine, kimlik temelli mücadeleler öne çıkarıldı. Kendini solda tanımlayanlar da dahil liberal aydınlar, 12 eylül düzeninden Türkiye’nin kurtarılması için AKP’ye misyon biçtiler. Türkiye’nin demokratikleşmesi, kendi tercih ettikleri deyimle siyasetin “normalleşmesi” için bunu zorunlu bir şey olarak gördüler.  Liberalller -bazılarını tenzih edelim- Türkiye’nin “normalleşmesi” sürecinde kritik görev üstelenen organik aydınlar olarak çalıştılar. Sonra, belli konjonktürler değişti, kendi aralarında ayrıştılar, bir kısmı çalıştıkları gazetelerdeki köşelerinden oldular ya da TV’lerdeki tartışma programlarından dışlandılar. Bu süreçte muhalif ama hegemonik söylemin sözcülerinin kullandığı terimler yenilendi, “statükocular”, “laikçiler” vb ifadeler kullanılmaya başlandı. Ya da, eski ve yeni  orta sınıfların mücadelesi konuşulmaya başlandı. Hafif müstehzi olarak, ‘bazı arkadaşlarımız sınıfı yeniden keşfetti’ demiştim.

Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” kavramı  çok kullanıldı...

Cumhurbaşkanı’nın sık kullandığı “herkesin yaşam biçimine saygı gösterileceği ifadesi” aslında onun olmadığının ifadesidir. AKP’nin internet sayfasında devletin hizmet için varolduğu, vatandaşlara tercihler dayatamayacağı vurgulanıyordu. Oysa, Başbakan’ın ağzından çok duyduk. Hoşa gitmeyen herhangi bir şeyin kötülenmesinin  tipik ifadesi olarak “idelojik” olduğu söylendi. Tekel direnişi sırasında da, Gezi’ye karşı da kullanıldı bu söylem. Başkalarının yaptığı ideolojik, yani dayatmadır, kendilerininki değildir! AKP aslında hiçbir şekilde değişmedi.  Zaten otoriter bir devlet biçimi içinde yaşayan bir toplumsak, böyle bir rejimin kendi içinde otoriterleşmesinden sözedilebilir.

AKP muhafazakar demokrat bir parti mi, İslamcı mı, neo-liberal mi, İslamcı faşist mi? 

AKP neo-liberal bir parti. Ne kadar demokrat  olduğunu hiç tartışmaya bile gerek görmüyorum. Sınıf temelli siyasetin Türkiye’nin siyaset gündeminin dışında tutulması 12 Eylül’ün devamlılığıdır. Başka ülke deneyimlerinin göstediği gibi darbe olmadan, rejim içi değişikliklerle de devlet biçimi değişebiliyor, otoriterleşebiliyor.Türkiye'de demokratikleşme lafının hep gündemde olmasının nedeni, otoriter bir devlet biçimi çerçevesinde yaşıyor olmamız.  Bir ara Malezya mı, İran mı olacağız, diye saçma sapan tartışmalar vardı, bunlar aşıldı. Türkiye’ye özgü, Batı kapitalist sisteminden kopmadan, ama onun içinde güçlendiği ölçüde belli noktalarda pazarlık yapan bir iktidar sözkonusu. Kendine göre bir sentez, bir model geliştirme çabası içinde: Neo-liberal İslamcı ya da post-seküler bir Türkiye modeli. Demokratikleşme derken; Kürt sorununu önemsemeden Türkiye’de siyaset yapmak mümkün değil. Mevcut iktidarın bütün bu çözüm, demokratikleşme, yeni bir paket derken Kürt siyasal hareketini minumum da olsa bile tatmin edecek bir değişim, dönüşüm gerçekleştirmeye niyeti olmadığını düşünüyorum.

“Vesayet” kavramı da çok sık kullanıyor.  Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

2010 referandumuyla iktidar elindeki silahları daha da güçlendirdi, üstelik demokratikleşme adına. Sadece siyasi iktidara belli kurumları kendi isteği çerçevesinde daha fazla kullanma imkanı tanıdınız referandum sonucuna bağlı olarak. 2010’daki Anayasa değişiklikleri ile yetinmeyerek, hala ‘hükümet olduk ama tam istediğimiz gibi iktidar olamadık, bizi engelleyen güçler var’ anlamında bir muhalif söylem yeniden yeniden üretilmeye çabalanıyor. Benim “muhalif ama hegemonik” dediğim söylemin etkinliğini sürdürdüğünün güzel bir göstergesi de “vesayet” sözcüğünün Türkiye’deki siyasal tartışma gündeminin temel kavramlarından biri haline getirilmiş olmasıdır.  Devletin sınıfsal çelişkilerden tamamen soyutlanabilen, siyasete hükmeden ancak siyaset dışına itilebilecek bir özne olarak algılanmasına yol açılmakta; devletin toplumsal ilişkilerin tarihsel süreçte aldığı özgül biçimlerden biri olduğunu, dolayısıyla toplumsal güç mücadelelerinden bağımsız olarak var olan bir olgu olmadığını kavramak olanağı ortadan kalkmaktadır.

Cemaat-iktidar kavgasını nasıl  görüyorsunuz?

Cemaat denen yapı , kendi İslami referansla tanımlıyor, bayağı örgütlü bir yapı olduğu yazılıyor, çiziliyor. İşadamı dernekleri var, okulları var, konfederasyonları var, ahtapotun kolları gibi. Tamamen izlenimsel söylüyorum; haliyle de korunması, geliştirilmesi gereken birtakım çıkarları var. Buna illa ki maddi diye bakmak doğru değil. Bürokrasinin içinde kadrolaşmaları falan da okuyoruz. Besbeli ki bir çatışma var, zaman zaman su yüzüne çıkıyor, zaman zaman uzlaşılıyor.

Gezi Parkı eylemleri yerel seçimlerde sandığa nasıl yansıyacak? 

Kongrede Cem Tüzün, sandıktan Gezi çıkmalı, dedi. Bu, Gezi’de ortak paydayı paylaşanların biraraya gelmesi demek olur. Bir sol cephe çağrısı yapılıyor, onun dışında kalacağı çok belli olan başka sol kesimler var, HDP bir başka cephe. Bunların içinde beğenin beğenmeyin sandıkla ilişkisi itibarıyla muhalefet partisi rolünü oynar gözüken CHP var. CHP’nin kaç yamalı bohça olduğu ayrı bir konu ama Gezi’nin sandığa yansıması denen şey için CHP’nin sorumluluk yüklenmesi lazım. CHP içinde bir taraftan Gezi’de yer alan muhalif kesimler var, ama bir taraftan da neo- liberal çizgiyi sürdürmeye kararlı olduğu mesajını vermesini isteyenler var. Kılıçdaroğlu’nun ABD’ye gitmesi normal, onu söylemiyorum. Ama CHP, kendisine Türkiye’de emek-sermaye ilişkilerini, demokratikleşme mücadelesinin önemli bir unsuru haline getirme hedefi koymadığı sürece çok bir yere gidemez gibime geliyor.

--------------------------
23 Aralık 2013 tarihinde Cumhuriyet Gazetesinde yayımlandı.